Ana içeriğe atla

1969 yılıydı ve ben henüz 10 yaşındaydım. İlkokul 3. Sınıf öğrencisiydim. Mevsim; kar mevsimi, zaman zemheri zamanıydı ve annem hastanede yatıyordu. Bir elimde tahtadan yapılmış okul çantası; üzerimde, emanet gibi duran ve oldukça bol gelen eski püskü bir paltom vardı. Ayaklarımda kara bir lastik, topuklarıma kadar bir karın içinde, bata çıka “Millet Hastanesi” nde yatan annemi ziyarete gidiyordum. Yüzüm, kulaklarım ayazdan kıpkırmızı kesilmiş, ellerim adeta soğuktan donmuştu. Öğlen arası tatilini değerlendirmek amacıyla hızlı hızlı yürüyordum. Hastane çok uzaktı ve ben sırılsıklam ter içinde kalmıştım. Türlü türlü ve tarifsiz korkularla karışık, adeta genzimi yakan bir hüzün yumağı sarmıştı bedenimi. Kendimi son derece bahtsız hissediyor, öksüz kalma telaşı içten içe beynimi kemiriyordu. Oysa annem bir haftadır hastanedeydi, hastalığının ne olduğunu bilmiyordum ve O’ nu çok özlemiştim. İçimde; sanki hiç bitmeyecekmiş görünen uzun bir yol vardı. Tereddüt, korku ve endişe beni bayağı sarsmıştı. Ders çalışamıyor, kimseyle konuşmuyordum. İçine kapanık ve son derece hassas olan yapım, daha da ağırlaşmıştı. Hiçbir şeyden tat almıyor, durgun halim herkes tarafından dikkat çekiyordu. Hastaneye vardığımda nefes nefeseydim. Yalnızdım, yanımda hiç kimsem yoktu. Benim yaşımda biri, o mevsimde tek başına buralara kadar gelemezdi. Sivas; ayaza kesmişti ve ev çok uzaktaydı. Oysa annem hastanede yatıyordu ve ben onu ziyarete gidiyordum. Merdivenleri incitmekten korkan bir eda ile usul usul çıkıyordum. Hangi katta, hangi odada yattığını bilmiyordum. “ ya onu bulamazsam” endişesi sarmıştı ruhumu, incinmiş korkmuştum. Gözlerimde biriken yaşlar nisan yağmurlarına dönecekti. İçimde yılanbaşlı bir korku peyda olmuş, endişeye kapılmıştım. Birinci ve ikinci kattaki odaları dolaşmış annemi bulamamıştım. En üst kata geldiğimde ne yapacağını bilemez halde şaşkın şaşkın etrafımı süzerken, elinde uzun bir tespihi, başında yazması ile yaşlıca bir kadının beni gözleriyle takip ettiğini fark ettim. Yaşlı kadın; “Kime baktın oğul” derken, gözbebeklerimin kıpkırmızı olduğunu hissediyordum. “Annemi arıyorum” dedim. “ annen kim?” diye sordu “Hatice” dedim. Usulca elini uzattı, elini tuttum ve loş bir koridorda yürümeye başladık. Elleri sıcacık, yüzünde uçsuz bucaksız bir hüzün duruyordu. Koridorun sağında ve solunda sıralanmış koğuşlar vardı ve bu koğuşlarda üçer beşer kişilik tahta ranzalar sıralanmıştı. En son koğuşa geldiğimizde, yaşlı kadın “ annen burada” dedi. Sessizce koğuşa girdim. Kesif bir hastane kokusu genzimi yakıyordu. Bembeyaz çarşafların yanında beyaz bir masa, devasa pencerelerde siyah perdeleri vardı. Köşede yatağına hafif oturur vaziyette annemi gördüm. Gözleri tavana mıhlı öylece hareketsiz yatıyordu. Yatağın kenarına usulca iliştim. Bir eli yana doğru, diğer eli kalbinin üstündeydi. Yüzünde, şimdiye kadar hiç görmediğim gri bulutlar geziniyordu. Korka korka titreyen elimi eline uzatıp, dünyanın en hüzünlü sesiyle mırıldanarak ve sanki kendi kendimle konuşur gibi, “ anne ben geldim” dedim. Birden irkildi, başını usulca çevirip gözlerime baktı. O anda sanki Kızılırmak gözelerinden sızan berrak sular gibi gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Duymadı sanıp. tekrar söylendim. “ anne ben geldim” Eylül zamanlarının bir gece yarısında, uzun bir zaman yolcuğundan sonra, yine bir zemheri günü, çevrili gurbetlerden sızan bir nida ile yine aynı sözü söylediğimi hatırlıyorum. “ anne ben geldim” Şimdi; mevsimler üst üste birikti, yalnızlıklar büyüdü. Mevsim, zamansız kışlara döndü ve ben hala o günkü gibi yalnızdım. Bazı zamanlar ve özellikle bazı geceler yatağımda oturup, o hastane odasında mırıldandığım çocuk sesimle zaman zaman kendi kendime hep söylenirim. O’ nun beni duyduğunu hep hissederek... “Anne ben geldim”… Ahmet Caniklioğlu hocamızın yazısıdır.


via Sivas Herfene https://bit.ly/3OAZIzq

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pamukpınar öğretmen okulu Tarihçe Pamukpınar Köy Enstitüsü, Sivas-Tokat karayolu üzerinde Yıldızeli’nin 5 km kuzeyinde 1941 yılında kuruldu. Pamukpınar adının nereden geldiğinin iki ayrı söylencesi var: 1. hoş içimli kaynak suyundan geliyor. 2. yerleşke bölgesinde yüzeyden akan kireçli pınar suyu aktığı yerleri beyaza dönüştürdüğünden Pamukpınar adı kalıcılaşıyor. Kısacası Pamukpınar ismi bir sudan geliyor. Pamukpınar topraklarının istimlak işleri 1938 yılında yapıldı. 700 dönümlük arazi üzerinde 1941 yılında faaliyete geçti. Okulun yerleşme ve spor alanları hariç 400 dönüm ekilip, işlenebilir arazisi vardır. Akçadağ Köy Enstitüsü’nde okuyan Sivas, Tokat ve Erzincan’lı öğrenciler (efsane öğretmenimiz Ömer Yurdagül’ün rehberliğinde) getirilerek 2. ve 3. sınıflar oluşturuldu. Adı geçen illerin köylerinden, ilkokulu bitiren öğrenciler alınarak 1. sınıflar oluşturuldu. Başta okul müdürü Ethem Salmangil, bir müdür yardımcısı, üç öğretmen ve yüz seksen öğrenci ile eğitim-öğretime başlandı. Henüz derslik, yemekhane, yatakhane ve lojman binaları yokken; öğrenciler Yıldızeli’ndeki Cumhuriyet İlkokulu’nun zemin katında yatıyor, yemeklerini de orada yiyorlardı.. Havaların iyi olduğu günlerde Pamukpınar’a gidilerek temeller kazılıyor, tuğlalar hazırlanıyor, binaların yapımında öğrencilerin de beden gücünden yararlanılıyordu. 1942 yılından itibaren normal eğitim-öğretimin yanı sıra eğitmenler de yetiştirilmeye başlandı. Askerliğini yapmış, okuma yazma bilen erkekler alınarak, Nisan ayı ie Ekim ayı arasında kurslarda yetiştirilip, köylere Eğitmen olarak gönderiliyorlardı. Yetişkin bu insanlardan binaların yapım ve bakımlarında da yararlanıldı. Bu Eğitmenler’in kırsal bölgelerin eğitim ve kalkınmalarına büyük katkıları olmuştur. Eğitmen yetiştirilmesine 1948 yılına kadar devam edildi. Okulun kuruluşundan itibaren Döner Sermaye teşekkül ettirildi. Arazinin yarısı ekilip, biçilirken diğer yarısı nadasa bırakılıyordu. Örnek verirsek; 1964-1965 Ekim’i sonunda 8 ton arpa, 9 ton yulaf, 10 ton buğday, 2 ton saman, 3 ton ot, 1 ton yonca üretildi. Ayrıca büyükbaş hayvanlar ve kümes hayvanları da yetiştirilerek, bunların etinden, sütünden yararlanılıyordu. Yine küçük bir orman haline getirilen Pamukpınar arazisinde çam, söğüt, kavak, elma, erik, akasya, meşe vs. ağaçlar yetiştirilmiştir. Ayrıca yaz aylarında okulun büyük sınıf öğrencileri dönüşümlü olarak okula çağırılarak tarım işlerinde çalıştırıldı. Köy enstitüleri 1952 yılında zamanın yöneticileri tarafından kapatıldı. 1952 yılından itibaren 6 yıla çıkarılarak PAMUKPINAR YATILI ERKEK ÖĞRETMEN OKULU olarak eğitim öğretimini sürdürdü. 1976 yılından itibaren, ÖĞRETMEN LİSESİ’ne dönüştürüldü. 1988 yılına gelindiğinde; öğretmen lisesinin içinde bir de GÜREŞ OKULU açılarak; 1990 yılına kadar çift okullu Eğitim Öğretim sürdürüldü. 1990 yılından 1997 yılına kadar PAMUKPINAR ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ adiyla faaliyetine devam etti. 1997 yılından itibaren, YATILI İLKÖĞRETİM BÖLGE OKULU’na (YİBO) dönüştürüldü. 2014 yılından beri ise YATILI BÖLGE ORTAOKULU statüsünde Eğitim ve Öğretim’e hizmet veriyor. Pamukpınar 4000′e yakın öğretmen yetiştirerek yurdun her tarafına göndermiştir. Yurdumuzun her tarafında Pamukpınar’dan yetişmiş hemen her meslekten insana rastlamak mümkündür. PAMUKPINAR’DAN YETİŞENLER Cahit Külebi Şair Sabri Özer Şair ve Yazar Mahmut Özdermir Bakan Nihat Canpolat Vali Amir Çiçek Vali Halil İbrahim Akça Büyükelçi Mehmet Çağlar Genel Müdür Necati Yalçın Prof. Dr. Hüsnü Aydoğdu Müzisyen Dursun Çiçek Albay Dr. – Mv. Şeref Eroğlu Güreşçi (Dünya Şampiyonu) Hakkı Bulut Sanatçı Mehmet Güler Yazar Hasan Göztepe Yazar Ali Doğan Halk Ozanı Tevfik Karakaya Profesör Niyazi Ünsal Eski Erzincan Senatörü Emin Özdemir Yazar Mehmet Ceylan Profesör Dr. Kadim Ceylan Profesör Dr. Ahmet Erbil Fizik Prof. Dr. Amerika (NASA) Orhan Çakırer Prof. Dr. Ali Bozkurt TÖB-DER Genel başkanı Abbas Cılga Şair- Yazar Hazım Zeyrek Şair- Yazar Mehmet Adem Solak Şair- Yazar

via Sivas Herfene http://bit.ly/2s3MhyS

Sivas Atasözleri #SivasAtasözleri #Sivas #Sularbaşı #Bezirci #SivasHerfene #Çayyurt #SivasBelediyesi #Gardaş #Sivaslıyız #EyaletiSivas #Tarihesahipçık #SivasMeydan #Nostalji #EskiSivas #EskiResimler #Çavuşbaşı #Çayiragzi #Alibaba #Bengiler #SivasTarihi #SivasKültürü #SenSivasıSeyret #SivasKalesi

via Sivas Herfene https://bit.ly/3gDp1NT

İstanbul’u titreten Sivaslı Ermeni kabadayı, Ardaş 1910’lu yıllarda özellikle Üsküdar sokaklarında hüküm süren Ardaş, 1886’da Sivas’ta doğar. Koca Mavnacı’yı öldürdükten sonra dikkatleri üzerine toplayan Ardaş, küçük yaştayken Sivas’tan getirilip Selamsız’daki Ermeni kilisesinde bir papaza bırakılır. Neyin nesi olduğu bilinmeyen Ardaş’a nüfus kâğıdı çıkarılırken, baba hanesine kendisini teslim alan Sarkis adındaki papazın adı yazılır. Kilisede büyüyen Ardaş, tüm çabalara rağmen okumayınca, meslek öğrenmesi için bir fırına çırak olarak verilir. Ömer Ünal’ın aktardığına göre, “doğuştan asi ruhlu” olan Ardaş, ilk suçunu fırında beraber çalıştığı Erbaalı arkadaşı Yusuf’u fırıncı küreğiyle yaralayarak işler. Bu olaydan sonra, fırında çalışmayı bırakan Ardaş, 24 yaşındayken Selamsız’daki kilisenin iki papazını yaralayınca artık meskeni sokaklar olur. Papazlara saldırmasının sebebi de kendisine istediği parayı vermemeleridir. Doğancılar’ı haraca kesen Ardaş, bir süre sonra gönlünü Kumkapılı Ağavni’ye kaptırır. Ağavni’nin babası Krikor’un, kızını Ardaş gibi birisine vermek istememesi kendisi için pek hayırlı olmaz. Bir gece Ağavni’nin evini basıp onu kaçıran Ardaş, kızın babası Krikor’u da ağır yaralar. Ardaş, I. Dünya Savaşı’nın ardından Ağavni’yle birlikte yaşadıkları Ümraniye yolu üzerindeki evinden Üsküdar sokaklarını yönetenlerden birisidir artık. Ardaş’a esas şöhreti ise İstanbul’un namlı kabadayılarından Mavnacı Ali’yi “hacamat” etmesi getirir. Rizeli Mavnacı Ali, 1906’da Üsküdar’ın “haracını yiyen” Karamanlı Yusuf’u Üsküdar vapur iskelesinin önünde falçatayla öldürmesinin ardından, 16 yıl boyunca hem Üsküdar’da, hem de Beyoğlu’nda “borusunu öttüren” namlı bir kabadayıdır. Ali’nin Ardaş’ın Üsküdar’da isminin duyulmasından duyduğu rahatsızlık, kendi avanesinden birkaç kişinin Ardaş tarafından dövülmesiyle ayyuka çıkar. 26 Kasım 1920’de, Mavnacı, Ardaş’ı öldürmek için bir tuzak kurar ve onu Kuzguncuk’a çağırır. Fakat hesabı tutmaz ve iki hasım Kuzguncuk’taki Yalı Kahvesi’nin önünde bıçaklarla kapışırlar. Düelloda şans, iki parmağını kaybetmesine rağmen Ardaş’a güler. Sağ el başparmağı ve işaret parmağının kesik olması, polis kayıtlarında en belirgin alameti olarak geçer. Bu kavgadan sonra Üsküdar’ın tek hâkimi olan Ardaş’ın da saltanatı uzun sürmez. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, sevgilisi Ağavni’yi de yanına alıp ortadan kaybolur. AGOS

via Sivas Herfene http://bit.ly/2dz24vt