Ana içeriğe atla

Gökmedrese de Hayat Ağacı motifi . Türk Mitolojisi ve Ağaç Kültü Eski çağlarda doğadaki birtakım nesneleri anlayamayan insanoğlu onlara farklı anlamlar yüklemiş ve kutsal saymıştır. Güneş Ay çeşitli hayvanlar yıldızlar bunlardan bazılarıdır. Bunların yanı sıra doğudan batıya neredeyse her mitolojide ağaçlar ayrı bir öneme sahip olmuşlardır. Orta Asyada yaşadıkları vakitlerde Türk halklarının şamanizm ve animizm etrafında gelişen inanç sistemleri doğa ile iç içedir. Doğada gördükleri her bir unsuru daha sonra tanrılarla ve ruhlarla ilişkilendirmişlerdir. Ağaç da bunlardan biridir. Türeyiş destanlarının bir çoğunda geçen ağaçlar aynı zamanda şaman ayinlerinin önemli bir parçasıdır. Güç doğurganlık iktidar ölümsüzlük gençlik bereket ve sağlık gibi kavramlar ile ağaçlar bağdaştırılır. Türk Mitolojisinde ağaçlara saygı gösterilir. Kötü ruhlardan arınmak için yaşanılan yerlere ağaç dikilir. Şaman ayinlerinin çoğu ağaçlar altında yapılır adaklar ve kurbanlar onun altında kesilir. Şaman olabilmenin şartlarından biri de ağaç dikmektir. Türkler çeşitli ağaç türlerini kutsal kabul etmişlerdir. Bunlardan en önemlisi kayın olmakla birlikte çam kavak ardıç meşe söğüt ve çınar gibi ağaçlar da kutsal sayılır. Bu ağaçların ortak özellikleri meyvesiz ve yaz-kış yapraklarını dökmeyen yahut az döken ağaçlar olmalarıdır. Türk mitolojisinde ağaç figürü iki farklı şekilde karşımıza çıkmaktadır ancak geçen yüzyıllar boyunca bu iki figür birleştirilmiş sık sık birbirinin yerine kullanılmıştır. Bunlardan ilki dünyanın eksenini oluşturan; yeryüzünü gökyüzüne ve yeraltına bağlayan Dünya Ağacıdır. Bu ağaç üç alem arasında bir köprüdür. Gökte Demirkazıka (Kutupyıldızı) bağlıdır. Dünya Ağacının gökyüzüne uzanan dalları insanların yaratıcısı ve iyiliğin temsilcisi Tanrı Ülgene dek ulaşır. Yeraltında ise bir nevi cehennem olan Erlikin dünyasına dek iner. Erlik kötü ruhların efendisidir. Şamanlar bu ağaç vasıtasıyla üç alem arasında seyahat ederler ve tanrılarla/ruhlarla iletişime geçerler. Diğer önemli figür ise Hayat Ağacıdır. Dünya Ağacı sık sık Hayat Ağacı ile aynı anlamda kullanılmıştır fakat aslında bu iki kavram arasında farklılıklar vardır. Dünya Ağacı kozmolojik sistemde yeri olan dünya ekseni Hayat Ağacı ise hayatın yenilenmesi türemesiyle ilgilidir. Birçok efsanede dişil karakterde yer alır. Uygurların türeyiş destanında Tanrı dokuz dalı olan bir ağaç yaratır. Bu Hayat Ağacıdır. Tanrı bu dalların her birinden bir soyun türemesini buyruk verir ve dokuz dalın altında dokuz insan doğar. Bunun yanında Oğuz Kağan destanında da Hayat Ağacı türeyiş efsanesinin bir parçası olarak yer alır. Destanda bu olay şöyle anlatılır: "Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde bir göl ortasında bir ağaç gördü. Bu ağacın kovuğunda bir kız vardı yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök idi; saçı ırmak gibi dalgalı idi; dişi inci gibi idi. Öyle güzeldi ki eğer yeryüzünün halkı onu görse; Eyvah! Ölüyoruz der ve (tatlı) süt (acı) kımız olurdu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti. Yüreğine ateş düştü; onu sevdi aldı" Bu destana benzer şekilde Yakutlar da ilk insanın ağacın içinde belinden yukarısı çıplak bir kadın tarafından beslendiğine inanırlar. Maaday Karada Ködügey Mergenin doğduğunda Hayat Ağacının öz suyuyla beslendiği şöyle anlatılır: "Bu kara dağ Baban olsun yavrum dedi Bu dört gövdeli kayın Anan olsun yavrum dedi Dört kayının özsuyu Bahadır oğlunun ağzına Her gün damla damla aksın diye Bir oluk yerleştirdi" Yukarıda bahsedildiği gibi destanlarda Hayat Ağacının dibinden bir su fışkırdığı anlatılır. Yakutların yaratılış destanlarında da böyle bir suyun varlığından söz edilir ve içen kişilerin gençliklerini tekrar kazandıkları söylenir. Bahsedilen su kaynağının Ab-ı Hayat diğer ismiyle Bengisu olduğu düşünülmektedir. Benzer coğrafyada doğmuş kültürlerin çoğunda bu su kaynağından bahsedilir. İçene ölümsüzlük ve sonsuz gençlik veren bu su kaynağı çoğu zaman bir ağacın dibinden çıkar. Ağaç motifi doğurganlığı ve türeyişi temsil ettiği gibi güç ve iktidarı simgelemektedir. Osmanlının kurucusu olan Osman Beyin rüyası bunun en iyi örneklerinden biridir. Rivayete göre Osman Bey rüyasında Şeyh Edebalinin koynundan bir ayın doğduğunu o ayın kendi koynuna girdiğini ve göbeğinden çıkan bir ağacın tüm dünyayı sardığını görmüştür. Benzer bir rüyanın Oğuz Kağan tarafından görüldüğü de söylenmektedir. https://bit.ly/3PmvNeG


via Sivas Herfene https://bit.ly/3N8HkMa

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pamukpınar öğretmen okulu Tarihçe Pamukpınar Köy Enstitüsü, Sivas-Tokat karayolu üzerinde Yıldızeli’nin 5 km kuzeyinde 1941 yılında kuruldu. Pamukpınar adının nereden geldiğinin iki ayrı söylencesi var: 1. hoş içimli kaynak suyundan geliyor. 2. yerleşke bölgesinde yüzeyden akan kireçli pınar suyu aktığı yerleri beyaza dönüştürdüğünden Pamukpınar adı kalıcılaşıyor. Kısacası Pamukpınar ismi bir sudan geliyor. Pamukpınar topraklarının istimlak işleri 1938 yılında yapıldı. 700 dönümlük arazi üzerinde 1941 yılında faaliyete geçti. Okulun yerleşme ve spor alanları hariç 400 dönüm ekilip, işlenebilir arazisi vardır. Akçadağ Köy Enstitüsü’nde okuyan Sivas, Tokat ve Erzincan’lı öğrenciler (efsane öğretmenimiz Ömer Yurdagül’ün rehberliğinde) getirilerek 2. ve 3. sınıflar oluşturuldu. Adı geçen illerin köylerinden, ilkokulu bitiren öğrenciler alınarak 1. sınıflar oluşturuldu. Başta okul müdürü Ethem Salmangil, bir müdür yardımcısı, üç öğretmen ve yüz seksen öğrenci ile eğitim-öğretime başlandı. Henüz derslik, yemekhane, yatakhane ve lojman binaları yokken; öğrenciler Yıldızeli’ndeki Cumhuriyet İlkokulu’nun zemin katında yatıyor, yemeklerini de orada yiyorlardı.. Havaların iyi olduğu günlerde Pamukpınar’a gidilerek temeller kazılıyor, tuğlalar hazırlanıyor, binaların yapımında öğrencilerin de beden gücünden yararlanılıyordu. 1942 yılından itibaren normal eğitim-öğretimin yanı sıra eğitmenler de yetiştirilmeye başlandı. Askerliğini yapmış, okuma yazma bilen erkekler alınarak, Nisan ayı ie Ekim ayı arasında kurslarda yetiştirilip, köylere Eğitmen olarak gönderiliyorlardı. Yetişkin bu insanlardan binaların yapım ve bakımlarında da yararlanıldı. Bu Eğitmenler’in kırsal bölgelerin eğitim ve kalkınmalarına büyük katkıları olmuştur. Eğitmen yetiştirilmesine 1948 yılına kadar devam edildi. Okulun kuruluşundan itibaren Döner Sermaye teşekkül ettirildi. Arazinin yarısı ekilip, biçilirken diğer yarısı nadasa bırakılıyordu. Örnek verirsek; 1964-1965 Ekim’i sonunda 8 ton arpa, 9 ton yulaf, 10 ton buğday, 2 ton saman, 3 ton ot, 1 ton yonca üretildi. Ayrıca büyükbaş hayvanlar ve kümes hayvanları da yetiştirilerek, bunların etinden, sütünden yararlanılıyordu. Yine küçük bir orman haline getirilen Pamukpınar arazisinde çam, söğüt, kavak, elma, erik, akasya, meşe vs. ağaçlar yetiştirilmiştir. Ayrıca yaz aylarında okulun büyük sınıf öğrencileri dönüşümlü olarak okula çağırılarak tarım işlerinde çalıştırıldı. Köy enstitüleri 1952 yılında zamanın yöneticileri tarafından kapatıldı. 1952 yılından itibaren 6 yıla çıkarılarak PAMUKPINAR YATILI ERKEK ÖĞRETMEN OKULU olarak eğitim öğretimini sürdürdü. 1976 yılından itibaren, ÖĞRETMEN LİSESİ’ne dönüştürüldü. 1988 yılına gelindiğinde; öğretmen lisesinin içinde bir de GÜREŞ OKULU açılarak; 1990 yılına kadar çift okullu Eğitim Öğretim sürdürüldü. 1990 yılından 1997 yılına kadar PAMUKPINAR ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ adiyla faaliyetine devam etti. 1997 yılından itibaren, YATILI İLKÖĞRETİM BÖLGE OKULU’na (YİBO) dönüştürüldü. 2014 yılından beri ise YATILI BÖLGE ORTAOKULU statüsünde Eğitim ve Öğretim’e hizmet veriyor. Pamukpınar 4000′e yakın öğretmen yetiştirerek yurdun her tarafına göndermiştir. Yurdumuzun her tarafında Pamukpınar’dan yetişmiş hemen her meslekten insana rastlamak mümkündür. PAMUKPINAR’DAN YETİŞENLER Cahit Külebi Şair Sabri Özer Şair ve Yazar Mahmut Özdermir Bakan Nihat Canpolat Vali Amir Çiçek Vali Halil İbrahim Akça Büyükelçi Mehmet Çağlar Genel Müdür Necati Yalçın Prof. Dr. Hüsnü Aydoğdu Müzisyen Dursun Çiçek Albay Dr. – Mv. Şeref Eroğlu Güreşçi (Dünya Şampiyonu) Hakkı Bulut Sanatçı Mehmet Güler Yazar Hasan Göztepe Yazar Ali Doğan Halk Ozanı Tevfik Karakaya Profesör Niyazi Ünsal Eski Erzincan Senatörü Emin Özdemir Yazar Mehmet Ceylan Profesör Dr. Kadim Ceylan Profesör Dr. Ahmet Erbil Fizik Prof. Dr. Amerika (NASA) Orhan Çakırer Prof. Dr. Ali Bozkurt TÖB-DER Genel başkanı Abbas Cılga Şair- Yazar Hazım Zeyrek Şair- Yazar Mehmet Adem Solak Şair- Yazar

via Sivas Herfene http://bit.ly/2s3MhyS

Sivas Atasözleri #SivasAtasözleri #Sivas #Sularbaşı #Bezirci #SivasHerfene #Çayyurt #SivasBelediyesi #Gardaş #Sivaslıyız #EyaletiSivas #Tarihesahipçık #SivasMeydan #Nostalji #EskiSivas #EskiResimler #Çavuşbaşı #Çayiragzi #Alibaba #Bengiler #SivasTarihi #SivasKültürü #SenSivasıSeyret #SivasKalesi

via Sivas Herfene https://bit.ly/3gDp1NT

İstanbul’u titreten Sivaslı Ermeni kabadayı, Ardaş 1910’lu yıllarda özellikle Üsküdar sokaklarında hüküm süren Ardaş, 1886’da Sivas’ta doğar. Koca Mavnacı’yı öldürdükten sonra dikkatleri üzerine toplayan Ardaş, küçük yaştayken Sivas’tan getirilip Selamsız’daki Ermeni kilisesinde bir papaza bırakılır. Neyin nesi olduğu bilinmeyen Ardaş’a nüfus kâğıdı çıkarılırken, baba hanesine kendisini teslim alan Sarkis adındaki papazın adı yazılır. Kilisede büyüyen Ardaş, tüm çabalara rağmen okumayınca, meslek öğrenmesi için bir fırına çırak olarak verilir. Ömer Ünal’ın aktardığına göre, “doğuştan asi ruhlu” olan Ardaş, ilk suçunu fırında beraber çalıştığı Erbaalı arkadaşı Yusuf’u fırıncı küreğiyle yaralayarak işler. Bu olaydan sonra, fırında çalışmayı bırakan Ardaş, 24 yaşındayken Selamsız’daki kilisenin iki papazını yaralayınca artık meskeni sokaklar olur. Papazlara saldırmasının sebebi de kendisine istediği parayı vermemeleridir. Doğancılar’ı haraca kesen Ardaş, bir süre sonra gönlünü Kumkapılı Ağavni’ye kaptırır. Ağavni’nin babası Krikor’un, kızını Ardaş gibi birisine vermek istememesi kendisi için pek hayırlı olmaz. Bir gece Ağavni’nin evini basıp onu kaçıran Ardaş, kızın babası Krikor’u da ağır yaralar. Ardaş, I. Dünya Savaşı’nın ardından Ağavni’yle birlikte yaşadıkları Ümraniye yolu üzerindeki evinden Üsküdar sokaklarını yönetenlerden birisidir artık. Ardaş’a esas şöhreti ise İstanbul’un namlı kabadayılarından Mavnacı Ali’yi “hacamat” etmesi getirir. Rizeli Mavnacı Ali, 1906’da Üsküdar’ın “haracını yiyen” Karamanlı Yusuf’u Üsküdar vapur iskelesinin önünde falçatayla öldürmesinin ardından, 16 yıl boyunca hem Üsküdar’da, hem de Beyoğlu’nda “borusunu öttüren” namlı bir kabadayıdır. Ali’nin Ardaş’ın Üsküdar’da isminin duyulmasından duyduğu rahatsızlık, kendi avanesinden birkaç kişinin Ardaş tarafından dövülmesiyle ayyuka çıkar. 26 Kasım 1920’de, Mavnacı, Ardaş’ı öldürmek için bir tuzak kurar ve onu Kuzguncuk’a çağırır. Fakat hesabı tutmaz ve iki hasım Kuzguncuk’taki Yalı Kahvesi’nin önünde bıçaklarla kapışırlar. Düelloda şans, iki parmağını kaybetmesine rağmen Ardaş’a güler. Sağ el başparmağı ve işaret parmağının kesik olması, polis kayıtlarında en belirgin alameti olarak geçer. Bu kavgadan sonra Üsküdar’ın tek hâkimi olan Ardaş’ın da saltanatı uzun sürmez. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, sevgilisi Ağavni’yi de yanına alıp ortadan kaybolur. AGOS

via Sivas Herfene http://bit.ly/2dz24vt