Ana içeriğe atla

Âşık Ali İzzet Özkan Âşık Ali İzzet Özkan, 1902 yılında ozanlar diyarı olarak bilinen Emlek Hüyük köyünde doğmuştur. Emlek her ne kadar Seme, Güldede, Karababa ve Beserek Dağları'nın yer aldığı bir coğrafi bölgenin adı olarak biliniyor ise de, asılolan, Şarkışla, Gemerek, Akdağmadeni ve Yıldızeli dörtgeninde yer alan kültürel bir yörenin adıdır. Bu yörede yaşayan tüm insanlar, aralarındaki coğrafi mesafe ne olursa olsun örf-adet, gelenek-görenek ve inanç olarak özdeştirler. Aynı kültürle yoğrulmuşlardır. Bu kültürün odağını, Alevi-Bektaşi felsefesine bağlı olarak gelişen halk edebiyatı ve şiiri oluşturur. Bu yörede halk edebiyatı öylesine zengindir ki, salt Ali İzzet'in köyü olan Emlek Hüyük'ten Âşık Palabıyık Mustafa, Âşık Yusuf, Âşık Kul Sabri, Âşık Hasan Devrani gibi usta ozanlar yetişmiştir. Ekonomik olarak oldukça sınırlı ama halk edebiyatı yönünden eşsiz bir zenginliğe sahip olan bu bölgede yüzün üzerinde halk ozanı ve bir o kadar da türkü ustasıyla halk sanatçısının yetiştiği bugün bilinen bir gerçektir. İşte büyük ozanımız Ali İzzet Özkan, böyle bir yöre ortamında dünyaya gelmiştir. Anasının adı Kamer, babasının adı Musa'dır. Musa Ağa, Âşık Palabıyık Mustafa'nın oğludur. Musa Ağa, Cumhuriyet öncesi uzun süre köyde muhtarlık yapmıştır. Hali vakti yerinde, kısmen de köy ağasıdır. Ali İzzet henüz birbuçuk yaşındayken annesi Kamer ölür. Üvey anne elinde büyüyen Ali İzzet, daha 12-15 yaslarına değince köyde bir kıza sevdalanır. Biraz da sevdalanmanın verdiği âşk ve hevesle olacak ki başlar saz çalıp sevda şiirleri yazmaya. Yörede zengin bir şiir, saz, söz ortamı vardır. O da bu ortamdan uzak kalamaz. Başlar cem, cemaat ve âşık meclislerine katılmaya. Anne tarafından akrabası olan İğdecikli Âşık Veli ile Kılıççili Agahi'den, Kale köylü Kemter Baba'dan çok etkilenir. Yine kendi köyünün bir ozanı olan Âşık Garip Ali'den (bu ozanımızın mahlası sonradan Kul Sabri olarak değiştirilmiştir) usta-çırak ilişkisi içinde saz çalıp şiir yazma konusunda dersler alır, şiir yazmaya teşvik edilir. Her geçen gün kendisini biraz daha olgunlaştıran ozan, akrani olan Sarıkayalı Hüseyin Gürsoy, Sivrialanlı Âşık Veysel Şatıroğlu, Ortaköylü Aziz Üstün, Saraçlı Hasan Yüzbaşıoğlu gibi yöre ozanlarıyla birlikte önce usta mali, giderek de kendi yazdığı deyiş ve şiirleri köy, kent, gezerek halk meclislerinde, bilhassa Alevi cemlerinde çalıp söyler. Özellikle kiş aylarında Alevi-Bektaşi geleneklerini izleyerek, sık sık cem törenlerine katılır, dede ile birlikte edep, erkan üzere semah çalar, cem yürütür. O zamanki yasaların birtakım dinsel faaliyetleri yasaklamasından olacak ki, Ali İzzet 1936 yılında Sivas Ağır Ceza Mahkemesi'nce tutuklanır. Üçbuçuk aylık tutukluluktan sonra suçsuz bulunarak, serbest bırakılır. Ali İzzet'in bizzat bana söylediğine göre, bu tutuklama olayı, köyde kendisini çekemeyenlerin ihbarı sonucu gerçekleşmiştir. Fakat bu olay onu daha da kamçılar, geliştirir ve giderek de yazıp söylediklerinin ilgi görüp beğeni kazanmasına neden olur. Bu durum ise ozanın iyice işten güçten elini çekmesine, rençberlikten kendisini tamamen soyutlayıp, sazını koluna takarak, Anadolu'yu bir uçtan bir uca gezmesine sebep olur. Her yıl birkaç kez Hacı Bektaş Dergahı'na uğrar. Yine böyle bir ziyaretinde kendisine törenle İzzet-i Kalem mahlası verilir. O da bundan sonra şiirlerinin büyük çoğunluğunu İzzet-i mahlasıyla yazar. Kişiliği ve Sanatı Bizler, Ali İzzet'i gerek Ankara'ya geldiğinde, gerekse köyde bulunduğumuz muhabbet ortamlarında hep aramızda görmek isterdik. Özellikle ustalardan okuduğu şiirlerden, anlattığı fıkralardan, bazen de yaptığı küfürlü esprilerden müthiş zevk alırdık. O, çok gezen, gören, bilgi dolu bir kütüphaneydi bizim için. Yalnız ne varki fazlaca alıngandı. Bir de eleştiriye pek gelmezdi. Eleştirel yönden biraz üzerine gidecek olsak, darılıp küser, bazen sofradan kalktığı bile olurdu. Ama sözünü asla çekmezdi. Çok yönlü bir kişiliği vardi. Kalbinde asla kin tutmazdı. Yörenin türkü ustaları (eski adıyla) Alakiliseli Mehmet Özkan'ı, Benli Hasanlı Aslan'ı, İlyas Hacılı Hasgül'ü, Hardalli Hüseyin Özyazıcı'yı, Kavakli Fazlı'yı, Sarıkayalı Durmuş Çetinkaya'yı özellikle Hüyüklü İzzet Savas'ı dinlemeye doyamazdı. Geçmişte yaşayan usta şairlere olan hayranlığını hiç gizlemezdi. Akranı olan ozanlardan, örneğin Veysel, Aziz Üstün, Hasan Devrani vb. gibi şairlerden şiirler okununca beğenmez, illâki bir kusur bulurdu. Saz, söz ağırlıklı bir sofrada Âsik Devrani kulağıma eğilerek, "yeni bir şiir yazdım, benim olduğunu çaktırmadan âşık'a oku bakalım görüşü ne olacak" dedi. Ben de sofradakilerin de onayıyla Devrani'nin "Babama" adlı şiirini mahlassız olarak okudum. Ali İzzet, şiiri dikkatle dinledikten sonra "bu şiir kimin" dedi. Benim suskun kalmam üzerine Devrani "benim" deyince, "hadi lan, bunu ben bile yazamam, sen nasıl yazacaksın" diyerek kendine özgü esprisini yaptı. Âşık Devrani de ona "sen koca Veysel'i bile beğenmiyorsun kaldiki beni beğeneceksin" dedi. Ali İzzet de dönüp "Ula zırlak, sana Devrani mahlasını ben taktım. Beğenmesem takar mıyım" diye karşılık verdi. Söze Veysel adı karışınca fırsattan yararlanarak, "Âşık Baba, Veysel ile aranızda bir soğukluk olduğu söyleniyor. Gerçekten küskünlüğünüz veya herhangi bir çelişkiniz var mi" diye sorduğumda aynen şu cevabı verdi: "Bak evladım, elin ağzı torba değil ki dikesin. Herkes her şeyi söyler. Şimdi ben bir şey söylüyorum el onu, 10'a 100'e katlıyor, gidip ona söylüyor. Ondan da alıp, bana getirip söylüyorlar. Bu işler hep böyle oluyor." Peki Üstad, Veysel'i nasıl buluyorsun, onu beğenmiyormusun diye sorunca da; "Onu dünya beğenmiş, ben beğenmesem ki kaç yazar. Hem Veysel'i beğenmesem hakkında şiir yazıp Hasan'ınan (Âşık Hasan Devrani) bizzat ziyaretine gider miydik." Veysel hakkında yazmış olduğu şiir söyle: Veysel'sin visale ereyim diye Sen alimsin ustam irfana geldim Kevser Irmağını göreyim diye Bir kuru çeşmeyim ummana geldim Âşıklar sultanı ayan beyansın Görmez derler ama gören duyansın Mansur gibi kanlı gömlek giyersin Enelhâk pazarı meydana geldim Sen bir Süleyman'sın ben bir karınca Bayram eder dostlar dosta varınca Selavat getirdim yüzün görünce Küfrü terkeyledim imana geldim Allah zati severse bir insanı Mülke malik eder yücelir şanı Sazın sözün hayran etti cihanı Muhabbet bülbülü gülşana geldim İzzeti'yim ziyaretim kabul et Mürşid-i kâmilsin müşkülüm hallet Arafat dağısın lokmam kabul et Koç gibi kapına kurbana geldim Yine bir yaz günü bizim köyde bir grup arkadaş ile yaptığımız söyleşi sırasında kendisine "Usta, tanrı gecinden versin ama her fani gibi birgün sen de göçüp gideceksin. Ondan sonra Veysel gibi senin de hakkında bir şeyler yazılıp söylenecek. Gelecek kuşaklara bırakmak istediğin bir mesaj veya herhangi bir söylemin olacak mi? Varsa bunları kalıcı bir duruma getirmeyi düşünüyormusun?" dediğimizde: "Vallahi ben şimdiye kadar çok sey yazıp söyledim. Ölünceye kadar da yazıp söyleyeceğim. Öldükten sonra da iş herhalde size düşer" deyip yanıt olsun diye su şiirini okudu: Sağlığımda mezarımı ben kazdım Ölmeden kabire uzandım yeter Kefenimi tabutumu ben dizdim Al yeşil irenge boyandım yeter Ölümden korkum yok, o benden korksun Cehennem var ise günahım yaksın Cennet güzelleri seyrana çıksın Sevgi muhabbete özendim yeter Hak Muhammet Ali Ulu Hünkâra Onbeş defa geldim yüz süre süre Yedi sene hizmet ettim bir Pîr'e Bir Ali İzzet ismi kazandım yeter Âşık, "gerçekten yeter mi?" diye kendisine sorulunca da, geçmişteki anılarını ve yaşam öykülerini kesitler halinde anlatmaya başladı: "Oğlum Cemal'ın teybine çokca şeyler anlattım. Siz de yabancı değilsiniz, açın teybinizi ne istiyorsanız size de söyleyeyim" dedi ve başladı anlatmaya. 1930'lu yıllarda Sivas'ta düzenlenen 2. Âşıklar Bayramı'na katıldığını, âşık Hüseyin Gürsoy'la Ankara'ya gelip Halkevlerinde konserler verdiklerini, Köy Enstitüleri'nde uzun yıllar saz çalıp türkü söyleyerek hizmet verdiğini, yaşamında 3 kez tutuklandığını, bunlardan birisinin "köylerde dedelik yaparak halkı dolandırıyor" diye ihbar edilmesi sonucu olduğunu, diğer ikisinin ise komunizm propagandası yaptığı iddiasıyla olduğunu anlattıktan sonra Demokrat Parti'nin önceleri halka daha çok adalet ve özgürlük getireceğini sandıklarını fakat giderek halkı cephelere böldüğünü, istibdat ve zulüm getirdiklerini görünce de aşağıdaki "Parti Destanı" şiirini yazdığını söyledi: Demokrat Partiyi gözel kız sandık Çirkin çıktı kahbe çıktı dul çıktı Alnım açık yüzüm ağ dedi kandık Yüzü kara çıktı başı kel çıktı Hırsızı vatandan sürek dediler Köylünün dileğin verek dediler Son zamanda bir gün görek dediler Afat çıktı tufan çıktı yel çıktı Bakın hallarına şu milletlerin Açın kapısını adaletlerin Mehdi diye gözlediğimiz zatların Koltuğundan haç put çıktı nal çıktı Bunların mevkii kazanmak fikri Düşünen kim bizim gibi fakiri Has kumaş'ık dedi bize herbiri Kendir çıktı keten çıktı çul çıktı Söz milletin dedi kendi söyledi Hürriyet var dedi zulum eyledi Altın paraları netti neyledi Hazineden bakır çıktı pul çıktı Al'İzzet ne dersin git sazını çal Hikmete karışma tez gelir zeval Bozuldu adalet düzelmez ahval Fitne çıktı Deccal çıktı mal çıktı Ali İzzet, bu şiirini zaman zaman değişik ortamlarda okur. Okumakla yetinmez bazı yayın organlarında da yayınlanmasını sağlar. Bundan sonra da başına gelmedik kalmaz. O dönem D.P.'ye muhalefet eden tüm yazar çizer ve aydınlar gibi Ali İzzet de çeşitli kovuşturma ve baskılara maruz kalır. Ülkede yaşanan bu gidişatın sonucunda ise 27 Mayıs ihtilâli gerçekleşir. Şair Behçet Kemal Çağlar, Ali İzzet'i Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ile tanıştırır. Cemal Gürsel Ali İzzet'ten Anadolu'nun köylerini dolaşmasını ister. Ali İzzet de bu görevi kabul eder. Dolaştığı yerlerde 27 Mayıs Devriminin amaç ve özünü anlatmaya çalışır. Bu çalısmalar sonucunda birçok sol görüşlü aydın, yazar ve politikacı ile tanışır. Türkiye İşçi Partisi'nin kurulması ile de Mehmet Ali Aybar ve Sefer Aytekin'in teşvikleriyle TİP'in o zaman kurdurtmuş olduğu Ozanlar Dernegi'ne üye olur. Bu örgütte yaptığı çalışmalar sonucu sosyalizm ve sol düsünce ile tanışır. Sosyal içerikli şiirlerini daha çok bu dönemlerde yazar. TİP'in içinde bir takım görüş ayrılıkları baş gösterince ozan bu örgütle bağlarını koparır.Ozan, bundan sonra Avni Dilligil ile bir tiyatro çalısmasına başlar. Anadolunun çesitli kentlerinde, Konusu Alevilik ve Bektaşilik olan "Dört Kapı Kırk Makam" adlı bir oyunu sergilerler. Ali İzzet'in ilginç anılarından birisi de şudur: "Ali İzzet köylülerle bir sohbet sırasında Sovyet Devrimi'ni ve sosyalizmi anlatmaya çalışır. Bunun akabinde de bir ihbar sonucu komunizm propagandası yaptığı iddiasıyla yargı önüne çıkarılır. Ali İzzet sanık sandalyesinde, yargıç sorar: "Bak Ali İzzet, hakkında şikayet var. Sen bu şahıslara komunizm propagandası yapmışsın, dogru mu?" Ali İzzet "Hayir hakim bey ben asla öyle bir sey yapmadım. " Hakim üsteleyince, orada tanık olarak bulunan Demokrat Partili eski köy muhtarı şahıs: "Yaptı hakim bey, hem de nasıl yaptı. Bize anamızdan doğalı duymadığımız şeyler söyledi" der. Hakim tekrar Ali İzzet'e döner: "Ali Izzet, bunlara neler söyledin, söyle bakalım." Ali İzzet "Hakim bey, ben ne söylediğimi hatırlamıyorum. Onlara ne demişsem kendileri söylesinler. " Hakim tekrar ihbarcı şahsa dönüp: "Söyle bakalım size bu ne dedi?" deyince o da hiddetle diğer tanığa döner: "Ula dürzü bana bir sürü laf diyodun, onları olduğu gibi hakim beye söylesene" der. Bunun üzerine tanık durumundaki şahıs başlar anlatmaya: "Valla hakim beyim, söylediklerinin hepsi aklımda kalmadı, ama bazı kalanları söyleyeyim. Bir kere Urusya'da Lenin diye büyük bir adam varmış. Anlatıldığı gibi şapkayı as, istediğin eve gir derler ya öyle bir şey de yokmuş. Bütün bunlar yalanmış. Biz de onların düzenini kabul edelim dedi. Hatta bunun için bize 300 bankonot para verdi." der. Bunun üzerine hakim Ali İzzet'e tekrar sorar: "Söyle bakalım Ali İzzet, buna ne diyorsun?" Ali İzzet "Ne deyim hakim bey şu şahıs yıllarca muhtarlık yaptı, şehirde bir işim görülecek deyi yıllarca köyü Demokrat Partililere peşkeş çekti. Su da bir biber dolması yiyeceğim diye boş yere ona buna yallozluk eder. Bunları böyle bilin. Ama madem ki ben bunlara 300 bangonot para vermişim, paramı geri versinler ben de cezama razıyım" der. Hakimin tanıklara: "Bakın duydunuz. Âşığın parasını geri verin" demesi üzerine tanıklar iyice şaşkınlaşır ve ifade değiştirerek "para teklif edildi ama biz almadık hakim bey" derler. Tanıkların saçmaladıklarını ve ifade değiştirdiklerini gören hakim, onları bir güzel azarladıktan sonra Ali İzzet'i serbest bırakır. Ozan İsmet Paşa ile ilgili bir anısını da şöyle anlattı: "Yine Ankara'da bulunduğum bir gün Kemal Satır'la tanıştım. O da beni İsmet Paşa ile tanıştırmak istediğini söyledi ve iki gün sonra yapılacak C.H.P. büyük kongresine beni davet etti. Ben de bir hevesle o gün kongreye gittim. Salona geldiğim duyulunca İsmet Paşa beni karşıladı, kolumdan tutup yanına oturtturdu. Hal hatırdan sonra: 'Bak Ali İzzet, halkın asıl temsilcisi sizsiniz, anlat bakalım, memlekette bizim bilmediğimiz neler var?' dedi. Ben de, vallahi Paşam, sizin bilmediğinizi ben nasıl bilirim deyince gülüştük. Kongre boyunca yanına o kadar gelip giden olmasına rağmen benimle ilgisini devam ettirdi. Bir ara konuşmalar ve alkışlar kesilince kulağıma eğilip, 'Âşık, senin meşhur bir kıtlık destanın var idi. Şunu bana bir oku bakalım' dedi. Dedi ama benim de sanki üzerime kaynar sular döküldü. Emrin başım üstüne Paşsam, ama şu anda o şiirin hepsini hatırlayamam dedim. 'Bildiğin kadarını oku Ali İzzet' diye israr etti. Bu şiirin İsmet Paşa dönemine ait olduğunu bilmeme rağmen aklımda kalan kısımlarını okudum. Bin dokuz yüz kırk ikinin yılında Nice tüccar nice zengin aç kaldı Mal kalmadı irençberin elinde Tükendi samanlar hayvan aç kaldı Çiftler sürülmedi koşumsuzluktan Tarlalar boş kaldı tohumsuzluktan Çok atlar tay attı bakımsızlıktan Arpa yoktu has küheylan aç kaldı Köpekler uludu yalım yok diye Gitmedi davara halım yok diye Aşiret ağladı malım yok diye Göçmedi yaylaya Türkmen aç kaldı Camuzlar mâ dedi baktı samana Öküzler inekler meledi daha Başka zaman değil hele bu sene Âşık Ali İzzet Özkan aç kaldı Ağ bez bulamadık şal palaz giydik Kefensiz çok ölü mezara koyduk Un bulgur yok misir holağı yedik Çoluk çocuk sabi sübyan aç kaldı Dilenciler odalardan kesildi Un çuvalı seklemlere basıldı Düğün bayram bir köşeye kısıldı Güveyler sagdıçlar gelin aç kaldı Ekmek İsa oldu göğe çekildi Nice nazlı kızlar otlar yayıldı Yolcular yoruldu düştü bayıldı Kesildi dermanlar insan aç kaldı diyerek bitirdim. İsmet Paşa o anda, Ecevit de dahil yanındakilere dönerek: 'İste o günlerin manzarası... O zamanki memleketin gerçek resmini Ali İzzet çekmiş' dedi." Ali İzzet'in benim de tanık olduşum ve yazılmasında yarar gördüğüm bir anısı da söyle: Âşık Ankara'ya geldiğinde ya ben onu bulmaya çalısırım, ya da aklına düştükçe veya fırsat oldukça o bana uğrardı. O gün Seyranbağları’nda bizde kaldı. Ertesi gün Halkevleri Genel Merkezi'nde Atatürk'le ilgili bir anma toplantısına davetli olduğunu, kendisi ile benim de gelmemi istedi. Sabah kalktık gittik. Salon hınca hınç dolu. Atatürk hakkında çeşitli konuşmalar yapıldı, şiirler okundu. Bir ara rahmetli Behçet Kemal Çağlar söz aldı. Atatürk konusunda oldukça etkili bir konuşma yaptıktan sonra izleyenlere hitaben, "Atatürk hakkında şiirler yazan, güzel sözler söyleyen elbette çok kişi var. Bunlardan birisi de benim. Hatta herkes beni Atatürkçü ozan olarak ianse eder. Ama siz bilir misiniz? Atatürk'ü benden daha iyi anlatan iki büyük şair vardır. Bunlardan birisi Nazım Hikmet'tir. Bir diğeri ise şu anda aramızda bulunan Âşık Ali İzzet Özkan." Zaman, Nazım'dan şiirler okumayı her babayiğidin göze alamadığı bir zaman. Ve Behçet Kemal Çağlar, Nazım'dan şu şiiri okudu. Sarışın bir kurda benziyordu Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı Yürüdü, uçurumun başına gelip durdu Karanlıkta bir yıldız gibi kayarak İnce uzun bacakları üzerinde yaylanarak Bıraksalar Kocatepe'den Afyon Ovasi'na atlayacakti. Şiiri bitirince; "Nazım'dan sonra Atatürk'ü en görkemli sözcüklerle şiirleştiren Ali İzzet'i kürsüye davet ediyorum." dedi. Ali İzzet'e daha mikrofonu vermeden, Ali İzzet'in omuzuna elini koyup, "Soruyorum sizlere Atatürk için: Mavi gözlü dev adımlı ejderha Altin saçlı günes yüzlü ejderha diyebilen kaç kişi vardır Ali İzzet gibi?" dedikten sonra mikrofonu Ali İzzet'e bıraktı. Sanatı ve Eserleri Halk şiirimizin tarihi çok eskilere dayanmakta. Kimi tarih bilimcilere göre Dede Korkutlarla başlar, kimilerine göre de çok daha ötelere, yani insanoğlunun topluluklar halinde yaşamaya başladığı evrelere kadar uzanır. Bizi asıl ilgilendiren süreç, Hacı Bektaş Veli Dergahı'nda Yunuslarla başlayıp, Pîr Sultanlarla, Âşık Dertlilerle, Karacaoğlanlarla devam ederek Agahilerle, Âşık Velilerle, Veysellerle, Ali İzzetlerle bizlere ulaşan tarihsel süreçtir. Bilindiği üzere Türk toplulukları, kendi öz kültürleri olan Şaman kültürü ile Anadolu'ya ayak bastılar. Bir kavimler kapısı olan bu cografyada gördüler ki, büyük uygarlıklar, büyük kültürler yatıyor. Böylesine geniş ve köklü kültürlerin, uygarlıkların karşısında elbette göçebe ağırlıklı bir toplum düzeninin geliştirdiği Şaman kültürünün sınırları içinde kalınamazdı. Bir toplum kendi benliğini yitirmeden sonsuza dek yaşayacaksa, kendine özgü kültürünü yaratacak, tüm yabancı kültürler karşıisında doğal olarak kendi kültürel bağımsızlığını koruyacaktı. Anadolu'ya gelen Türk halkı da bu topraklarda onu gerçekleştirdi. Bugün ulusal kültürümüzün omurgasını oluşturan Alevi-Bektaşi kültürü, yüz yıllardır bu topraklarda, yabancı kültürlere teslim olmadan (İslamiyet de dahil) tüm inanç ve kültürlere karşı kendi sentezini yaratıp geliştirmek suretiyle ayakta kalabildi. Tümüyle adlarını burada sayamadığımız nice Türkmen dervişleri, nice Anadolu erenleri ve nice ulu ozanlarıyla yaşadıkları düşünceye bağlı olarak felsefeden sanata, dünyaya bakış açısından insana verilen öneme değin tüm değerleri yaratarak doğamızda varolan köklü kültürler arasına bizim ulusal kültürümüzü de yerleştirebildiler. İşte bizim halk şiiri geleneğimiz böylesine soylu bir kültürün koludur. Âşık Ali İzzet Özkan da bana göre bu zincirin bir halkasıdır. Çünkü O, yazdığı eserlerle bu geleneğe katkılarda bulunmuş, halk şiirine yeni bir soluk ve canlılık getirmiştir. Ali İzzet geleneğe bağlı olmakla birlikte araştırmacı, sorgulayıcı, kapı açıcıdir. Konulara yaklaşırken korkusuz ve evrenseldir. Örnegin: "Bir Allah'ı tanıyalım Ayrı gayrı bu din nedir" gibi şiirleriyle tüm insanlığın birlikteliğini savunur. Aşk ve sevda şiirlerinde coşkuludur. Denebilir ki Karacaoğlan'dan sonra yetişen ikinci güzellik ozanıdır. Güzellik onun gözünde ölümsüzlüktür. "Güzellere bakan gözler ağrımaz Güzel seven ölür amma çürümez" "Allah bile güzellere aşıktır Peygamber bakışlı Allah yüzlü yar." Ali İzzet halkın öz diliyle konuşur, yenicidir. Halk şiirimize yeni terkipler, yeni deyimler kazandırmıştır. Derlediği yeni simgeleri ve değerleri şiire nakış nakış isler: "Atatürk bakışlım, hey mermi gözlüm Ta can damarımdan vurdun ölüyom Gazi yürüyüşlüm, kahraman yüzlüm Zalim yâr, kanıma girdin ölüyom." "Kurtuluş destanı Nazim Hikmet'in Okur gelir bir gözleri sürmeli" "Bir güzelin sarhoşuyum mestiyim Yanaklar üstünde meyhanesi var" "Kehribar kaşların büyü yazıyor Sanki güneş yere düşmüş geziyor" gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Vahdet-i Vücut inanışına bağlı olan ozanın tasavvufi yönü ile birlikte, hiciv ve tasvir sanati da güçlüdür. Tanrıya ve dinsel konulara yaklaşımında başka ozanlarda göremediğimiz özelliklere sahiptir. Tanrıyı söylerken veya hicvederken adeta karşısında yakın bir dostu veya arkadaşı vardır. Onunla tümüyle insancıl ilişkiler içindedir. Örnegin: "Allahgilin adresesi Sende de var bende de var" "Tanrıyı da davet ettik getirdik Allahgilin bana gelse haberi Allah kula benzer kul da Allah'a" gibi dizelerde bunu görebiliyoruz. Ali İzzet; sosyal, toplumsal ve siyasal yönden de kendisinden önceki ve çağdaşı ozanlardan farklı bir çizgiye sahiptir. Yobazlığa karşı ödünsüz bir savaşçıdır. Demokrasi, Millet Meclisi ve parti gibi kavramlar Onun son dönemlerde yazdığı şiirlerde sıkça görülür. Atatürkçü ve toplumcudur. "Zulüm var hürriyet göğe çekildi Bakımsız köylünün beli büküldü." Deniz Gezmiş'lerin idamından sonra yazdığı bir şiirinde söyle sesleniyor: "Zulümün adını hürriyet koyduk İdam oldu yiğidimiz merdimiz." T.İ.P.'in kapatılmasından sonra da: "Ser yağmuru yağdı bu yıl dağlara Yaman oldu hallerimiz partimiz" diye yazmistir. 1984 yılında yaşama gözlerini yuman Ozanımızın basılmıs 12 adet eseri bulunmaktadir. Yayınlanmış Kitapları “ Bugünkü Anadolu Halk Şiiri” 1942 / İstanbul “ Türk’ün Sazından” 1951 / Ankara “ Âşık Ali İzzet Ağlıyor” 1955 / İstanbul “ Kitap Küçük Dert Büyük” 1956 / Sivas “ Teller de Muradın Alsın” 1958 / Ankara “ Şiirler” 1963 / Ankara “ Ali İzzet Kıbrıs Adasında Neler Görmüş” 1964 / Ankara “ Sürmeli” 1966 / İstanbul “ Mühür Gözlüm” 1967 / Sivas “ Mühür Gözlüm Genişletilmiş Baskı” 1969 / Ankara “ Kırkambar” 1974 / İstanbul “ Âşık Ali İzzet’in Hayat ve Şiirleri, Âşık Bali’nin Demeleri” Yıl ve Yer adı yok. “ Âşık Ali İzzet Özkan” Prof. Dr. İlhan Başgöz 1979 / Ankara ŞİİRLERİNDEN BİR ÖRNEK Tanrıya (1) Haşa hikmetine karışmam amma Aşıkınım duramıyom görünce Senin isin var mı , bu ne muamma Günah m’olur hata m’olur sorunca. Gizli sırrı kayıpları görürsün Mekânın yok imiş, nerde durursun Gönlün olduğuna bol bol verirsin Bir cömert ganisin gönlün olunca Sesin duyan deniz coşar bulanır Yüzün gören dağlar yanar küllenir Deryan mı çoğalır neren bollanır Şu gözümün yaşın yere serince www.asikveysel.com dan alınmıştır

from Sivas Herfene http://bit.ly/2ad8NYy
via IFTTT

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hayriye Karayurt Bir eğitim neferi . Kendisi 40 yıl Sivasımız da ilkokul öğretmenliği yapmış nice çocuklar yetiştirmiştir. Cumhuriyet ilkokulunda çalıştığı zamanlar 1971 yılında yılın öğretmeni seçilmiş başarılı bir eğitimci . Şu an kendisi halen memleketi olan Sivas’ta yaşamını sürdürüyor. Değerli hocamıza sağlıklı ömürler dileriz.

via Sivas Herfene https://bit.ly/45TwjGs
via Sivas Herfene http://bit.ly/2t7LRF9

Pamukpınar öğretmen okulu Tarihçe Pamukpınar Köy Enstitüsü, Sivas-Tokat karayolu üzerinde Yıldızeli’nin 5 km kuzeyinde 1941 yılında kuruldu. Pamukpınar adının nereden geldiğinin iki ayrı söylencesi var: 1. hoş içimli kaynak suyundan geliyor. 2. yerleşke bölgesinde yüzeyden akan kireçli pınar suyu aktığı yerleri beyaza dönüştürdüğünden Pamukpınar adı kalıcılaşıyor. Kısacası Pamukpınar ismi bir sudan geliyor. Pamukpınar topraklarının istimlak işleri 1938 yılında yapıldı. 700 dönümlük arazi üzerinde 1941 yılında faaliyete geçti. Okulun yerleşme ve spor alanları hariç 400 dönüm ekilip, işlenebilir arazisi vardır. Akçadağ Köy Enstitüsü’nde okuyan Sivas, Tokat ve Erzincan’lı öğrenciler (efsane öğretmenimiz Ömer Yurdagül’ün rehberliğinde) getirilerek 2. ve 3. sınıflar oluşturuldu. Adı geçen illerin köylerinden, ilkokulu bitiren öğrenciler alınarak 1. sınıflar oluşturuldu. Başta okul müdürü Ethem Salmangil, bir müdür yardımcısı, üç öğretmen ve yüz seksen öğrenci ile eğitim-öğretime başlandı. Henüz derslik, yemekhane, yatakhane ve lojman binaları yokken; öğrenciler Yıldızeli’ndeki Cumhuriyet İlkokulu’nun zemin katında yatıyor, yemeklerini de orada yiyorlardı.. Havaların iyi olduğu günlerde Pamukpınar’a gidilerek temeller kazılıyor, tuğlalar hazırlanıyor, binaların yapımında öğrencilerin de beden gücünden yararlanılıyordu. 1942 yılından itibaren normal eğitim-öğretimin yanı sıra eğitmenler de yetiştirilmeye başlandı. Askerliğini yapmış, okuma yazma bilen erkekler alınarak, Nisan ayı ie Ekim ayı arasında kurslarda yetiştirilip, köylere Eğitmen olarak gönderiliyorlardı. Yetişkin bu insanlardan binaların yapım ve bakımlarında da yararlanıldı. Bu Eğitmenler’in kırsal bölgelerin eğitim ve kalkınmalarına büyük katkıları olmuştur. Eğitmen yetiştirilmesine 1948 yılına kadar devam edildi. Okulun kuruluşundan itibaren Döner Sermaye teşekkül ettirildi. Arazinin yarısı ekilip, biçilirken diğer yarısı nadasa bırakılıyordu. Örnek verirsek; 1964-1965 Ekim’i sonunda 8 ton arpa, 9 ton yulaf, 10 ton buğday, 2 ton saman, 3 ton ot, 1 ton yonca üretildi. Ayrıca büyükbaş hayvanlar ve kümes hayvanları da yetiştirilerek, bunların etinden, sütünden yararlanılıyordu. Yine küçük bir orman haline getirilen Pamukpınar arazisinde çam, söğüt, kavak, elma, erik, akasya, meşe vs. ağaçlar yetiştirilmiştir. Ayrıca yaz aylarında okulun büyük sınıf öğrencileri dönüşümlü olarak okula çağırılarak tarım işlerinde çalıştırıldı. Köy enstitüleri 1952 yılında zamanın yöneticileri tarafından kapatıldı. 1952 yılından itibaren 6 yıla çıkarılarak PAMUKPINAR YATILI ERKEK ÖĞRETMEN OKULU olarak eğitim öğretimini sürdürdü. 1976 yılından itibaren, ÖĞRETMEN LİSESİ’ne dönüştürüldü. 1988 yılına gelindiğinde; öğretmen lisesinin içinde bir de GÜREŞ OKULU açılarak; 1990 yılına kadar çift okullu Eğitim Öğretim sürdürüldü. 1990 yılından 1997 yılına kadar PAMUKPINAR ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ adiyla faaliyetine devam etti. 1997 yılından itibaren, YATILI İLKÖĞRETİM BÖLGE OKULU’na (YİBO) dönüştürüldü. 2014 yılından beri ise YATILI BÖLGE ORTAOKULU statüsünde Eğitim ve Öğretim’e hizmet veriyor. Pamukpınar 4000′e yakın öğretmen yetiştirerek yurdun her tarafına göndermiştir. Yurdumuzun her tarafında Pamukpınar’dan yetişmiş hemen her meslekten insana rastlamak mümkündür. PAMUKPINAR’DAN YETİŞENLER Cahit Külebi Şair Sabri Özer Şair ve Yazar Mahmut Özdermir Bakan Nihat Canpolat Vali Amir Çiçek Vali Halil İbrahim Akça Büyükelçi Mehmet Çağlar Genel Müdür Necati Yalçın Prof. Dr. Hüsnü Aydoğdu Müzisyen Dursun Çiçek Albay Dr. – Mv. Şeref Eroğlu Güreşçi (Dünya Şampiyonu) Hakkı Bulut Sanatçı Mehmet Güler Yazar Hasan Göztepe Yazar Ali Doğan Halk Ozanı Tevfik Karakaya Profesör Niyazi Ünsal Eski Erzincan Senatörü Emin Özdemir Yazar Mehmet Ceylan Profesör Dr. Kadim Ceylan Profesör Dr. Ahmet Erbil Fizik Prof. Dr. Amerika (NASA) Orhan Çakırer Prof. Dr. Ali Bozkurt TÖB-DER Genel başkanı Abbas Cılga Şair- Yazar Hazım Zeyrek Şair- Yazar Mehmet Adem Solak Şair- Yazar

via Sivas Herfene http://bit.ly/2s3MhyS