Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mayıs, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
via Sivas Herfene https://bit.ly/43gorxu

1940 lardan muhteşem bir fotoğraf. Fotoğrafı Atilla Togay dostumuz gönderdi. İnhisar bayisi Mütekait Ömer in dükkanı. Mütekait Ömer Atilla beyin dedesi İstiklal Madalyası sahibi Hacısaitli Gazi Ömer Tolgay (kapı girişinde ayakta olan) . Ruhu şâd olsun değerli büyüğümüzün.

via Sivas Herfene https://bit.ly/45QRjOT

DEDELERİM, HOROZ ŞEKERİ VE BİR LİRA Büyükbabam öldüğünde olup biteni ayırt edemeyecek kadar küçüktüm. Beş yaşında başladığım ilkokulla bile tanışmamıştım daha.. O nedenle büyükbabama ilişkin anılarım bir hayal perdesinin ardından zorlukla seçilen puslu fotoğraflar gibidir. İlk aklıma gelen anı ölümüdür. Bezirci Karakolu’nun tam karşısındaki üç katlı ahşap evimizin ikinci katına uzanan merdivenlerinden fitilli kumaştan kalın paltoları, başlarında fötr şapkaları, ellerinde çantalarıyla koca gövdeli iki adamın çıktığını gören gözlerimin hiç unutulmamak üzere emanet ettiği yerden kolayca çıkarıyorum bu anıyı. Annem doktor olduklarını söylemişti. Onların gelişinden birkaç gün sonraydı sanırım. Evin taşlığında –iç avlu- küçük tuhaf bir tahta masaya yatırılmış, bahçede kurulan kazandan doldurulan kovalardan maşrapayla alınan sıcak sular üzerine dökülürken ve beyaz, “değirmi” gövdesinden buharlar yükselirken gördüm onu. Bu fotoğraf kalmış aklımda. O sırada taşlığa nasıl girdiğimi de bilemiyorum. O hengamede gözlerden kaçmışım anlaşılan. Çünkü beni hemen ikinci kattaki, çok sonraları kardeşimle birlikte Pansumancı Hüseyin Efendi tarafından sünnet edileceğimiz odaya almışlardı. Bu da ayrı bir hikayedir ya.. Sünnet için hayli olgun bir yaşa geldiğimden Hüseyin Efendi’nin kendisine asistanlık yapan ve benden ancak birkaç yaş büyük oğlu uzun süre “seni ben sünnet ettim diye” az canımı yakmamıştı. Ne diyebilirdim ki. Evimizin üçüncü katındaki cumbadan kardeşimle birlikte onun akşam camiden gelişini gözlediğimizi –Ziya Gökalp İlkokulu hizasına geldiğinde görüş menzilimize girerdi- ve elinde bize ait bir şey taşıyıp taşımadığına baktığımızı da hatırlıyorum. Tahta çubuktan incecik sapları olan horoz şekerleriyle donatılmış çörekleri getirdiği zaman muhtemelen Ramazandı. Bir de, kendisi de artık çoktandır onun dünyasına taşınmış olan babamdan küçük bir anı kalmış aklımda. “Kasaba ben giderim, sana etin iyisini vermezler” demiş bir gün babama. 35 yaşındaymış babam bu cümleye muhatap olduğunda. Onun dışında, mesela toptancı dükkanı varmış, o dükkanı dahi bilmem. Dedim ya çok küçüktüm. Sivas toprağından yorganıyla huzur için yatsın.. * * * Benim bir de “damımızda dalgın dalgın uyurken/inil inil bir ses geldi derinden, ya da “gel kardeşim al şu taşı ben altından kalkayım/anam babam nicoldular bakayım/ dedim amma hiç ses veren olmadı/dertli gonül aradığını bulmadı” gibi dizeleri bir tiyatrocu edasıyla okuyan anneannemin kocası dedem vardı ve ben onu çok daha iyi tanırdım. O gerçekten de anneannemin kocası olarak vardı desem yeridir. Anneannemle dedem Sivas’ta Kale mahallesinde, o zamanlar bu semte özgü “lüks” evlerden birinde yaşıyorlardı. Bizim kalemiz nedense birçok Avrupa kentindeki gibi etrafıyla birlikte bir tarihin korunan ve hala kullanılan çok değerli bir aynası olamamıştı. Bildim bileli emekliydi dedem. İlk görev yeri Zara sonra Sivas olmak üzere devlet hizmetinde çalışmıştı. Annemle birlikte bazı hafta sonları dedemlere gitmeseydim, ilkokula başladığım ilk birkaç yıl bütün Sivas’ı Niksar Caddesi ve üzerindeki karakol ile Ziya Gökalp ve Fevzi Pasa ilkokulunun olduğu bölge zannederdim kuşkusuz.. Evlerine yakın bir de küçük pastane vardı ve dükkana birkaç basamakla inildiğinden, yarısı sanki yere batmış gibi gelirdi bana. Ama çok güzel kaymaklı pastaları olurdu. Rengarenk kremalarla.. Kale mahallesindeki bu küçük ahşap evin mutlak hakimi dedem gibi görünse de bütün yönetim ve denetim anneannemin elindeydi. Sıra dışı bir kadındı. Damat adayını anneanneme bahçe duvarının üzerinden gizlice gösterdiklerinde “ben bu adama varmam” demiş ancak kendisinden altı yaş küçük dedemle yemek ve muhallebi kazanlarını tekmeleyerek devirdiği bir düğünle hiç istemeden de olsa evlenmişti. Kaymakam ağabeyi “söz verdim” evleneceksin demişti çünkü. Anneannem ondan kocası değil de herhangi bir canlıymış gibi bahsederdi. “Yemeğini verdim”, “şerbetini yaptım”, “sigarasını aldım”, “üstünü örttüm” gibi dedemin gereksinimleriyle ilgili cümleler dolaşırdı ağzında. Bir gün olsun “deden de şöyle düşünüyor” dediğini duymamıştım. Oysa dedem gösterişli bir adamdı. Bir kere uzun, çok uzun boyluydu. Hele bir de ilkokul çağındaysanız düşünün o boyu artık. Yeşil gözleri vardı. Ancak son zamanlarında Parkinson hastalığına yakalanmıştı. Elleri titrerdi. Eskiden “kumar” oynadığı – tavla- söylenirdi. Bir de çok namuslu olduğu. Anneannemin anlattığına göre bir gün bakkalın biri ‘polis’ dedeme verdiği bir bakraç yoğurdun parasını almak istememiş, dedem de “vurunca bütün yumurtalarını kırmıştı” adamın. İçki hiç içmemişti. Sigara ise en iyi arkadaşıydı. Yemek yemeyi ve tatlıyı çok severdi. Bir dede olarak bana yegane nasihati ise gerekçesiyle birlikte aynen şöyleydi: “Tatlı ye aga tatlı. İyidir.” Bunu söylerken ellerinin de görünmez marakaslar çalarmış gibi titrediğini gözünüzde canlandırmanızı isterim. Niksar caddesi üzerindeki evimize geldiğinde-nedense hep yaz günleri olarak aklımda- kapısı arka mahalleye açılan bahçede oturur, annemin ona hizmet etmesini beklerdi. Gözkapakları sürekli bir şekilde ağır ağır açılır kapanır ve her açıldığında gözlerinin aynı noktaya baktığını şaşırarak görürdünüz. Sakın yanlış anlaşılmasın, ben dedemi çok severdim. Anneannemin toptan aldığı Birinci sigaralarını koyduğu sedirin altındaki hasır yayvan sepetin içinde dedemin eskilerden, polislik yaptığı zamanlardan kalma gümüş gibi parlayan ay-yıldız armaları vardı; şu şapkaların önüne takılan metal ay-yıldızlardan. Onlarla oynamama ses çıkarmazdı. Ve bize her gelişinde de yelek cebinden çıkardığı bir lirayı titreyen eliyle bana uzatırdı. Her zaman ama. İstisnasız. O nedenle de dedem bize geldiğinde mutlaka bir liram olacağını bilirdim. Diğer torunlarına da verip vermediğini bilmiyorum. Ancak çocuk kafamla o zaman bu işi fazla kurcalamamamın benim için iyi olacağını düşünmüştüm. İlk torun olduğuma göre muhtemelen bu bana tanınan bir ayrıcalıktı. Dedem yemeği zamanında verilmediğinde çok sinirlenirdi. Ve iflah olmaz bir “sade yağ” tutkunu ve makine yağı –margarin- düşmanıydı. Zaten Sivas’ta o zaman bu tür yağları yiyenler çok belli edilmese de, biraz küçümsenirdi. Dedem eski toprakların sağlıklı oluşunu makine yağı yememelerine bağlardı. Bir gün annemi anneanneme fısıltıyla Sana yağıyla pilav yaptığını ve dedemin fark etmediği, üstelik de “çok güzel olmuş kızım eline sağlık” dediğini anlatırken gördüğümde dedem adına çok üzülmüştüm. Fark etmemiş olsa da asla ağzına koymak istemediği bir yağı ona yedirmişlerdi. Hem de bunu yapan öz kızıydı. Marifetmiş gibi de annesine yetiştiriyordu. Dedemin ellerine nazire yaparcasına anneannemin de kafası titrerdi. Kaderin cilvesi karı-kocanın fazla kullandıkları yerlerinde tezahür etmişti sanki. Rüştüye mezunu anneannem dedeme yutturulan margarinin hikayesini dinlerken başını titreterek kıs kıs gülmüştü. Belki de kendisinin yıllarca yapmak için can attığı, ancak denemeye cesaret edemediği bir işi kızı yapmış olduğu için böylesine çocukça bir muzipliğe kapılmıştı. Yirmili yaşlarda sokakta aşık oynarken aile büyüklerinin “artık şunu evlendirelim” kararıyla önce devlette bir işe sokulan sonra da anneannemle evlendirilen Cumhuriyetin ilk polislerinden olan dedemin dört çocuğu olmuştu. Üç dayım ve annem. Bir de küçükken ölüp gitmiş bir Avni konusu olurdu ara sıra. Önde gelen bir aileye mensup olduğundan işe girmesi de anneannem gibi hem çok güzel hem de akıllı bir eş bulması da zor olmamıştı. Zaten bütün bunları ona başkaları hazırlamıştı. Evlendikten sonra da “işi” anneannem üstlenmişti. Dedem çocuklarının tahsili konusunda da fazla müdahaleci olmamıştı. Aslında hiç müdahale etmemişti de denilebilirdi. O nedenle de dayılarım meslek edinme konusunda “serbest” kalmışlardı. Dedem emekli olduktan sonra bir süre daha Sivas’ta -memuriyetini burada tamamlamıştı- kalıp, anneannemle birlikte büyük dayımın da yaşadığı bağlık bahçelik Anadolu şehrine, Kırşehir’e göçmüştü.. Yani ay-yıldızlı, bir liralı ve dedeli günlerim de artık sona ermişti. Evlerinde telefon yoktu. Bu nedenle ben de anneanneme yazdığım, “anneanne seni dün rüyamda gördüm” ile başlayan ve “orada havalar nasıl”la devam eden mektuplarımda dedeme selam gönderirdim. Yıllar sonra dedemi bu kez Ankara’da yaşayan -şimdi yine Sivas’tadır- küçük dayımın evinde gördüm. Ben üniversite öğrencisi bir delikanlı olmuştum. O ise sayılı günleri kalmış bir hastaydı. “Derslerimi sordu, “iyi” dedim. Üst üste aferin, aferin, aferin aga” dedi. Dedemle ayrıldıktan kısa bir süre sonra öldüğü haberi geldi. Eski toprak dedem ancak 64 yıl direnebilmişti. Ankara’ya ulaştığımızda defnetmişlerdi ve anneannem durumu tam olarak şu kelimelerle özetlemişti: “Çenesini de bağladık yolcu ettik aga dedeni”. Sanki yüzünde margarinli pilav olayındaki gibi muzip bir ifade vardı. Aradan otuz sene geçti. Ve Türkiye’de olduğumda onu Karşıyaka’daki mezarında mutlaka ziyaret ediyorum. Aslında dedemin son ikametgah yeri olarak gönlünden Sivas’ı geçirdiğini duymuştum. Evim Ankara’da olduğuna göre bu isteğinin gerçekleşmemiş olmasından rahatsızlık duymadığımı itiraf etmeliyim. Mezar ziyaretlerini genellikle beraber yaptığımız çocukluk arkadaşım ve hala Ankara’da yaşayan Ahmet ona dua okurken ben de mezarının önündeki suluk çukuruna zamanın madeni parası neyse ondan koyuyorum. Benim yelek cebim yok ama, ne yapalım, para paradır. Geçen gün annem gitmiş mezarına. Beni aradı “oğlum son koyduğun para hâlâ orada deden harcamamış “dedi. Müfit Günay. Hayat Ağacı Dergisi'nde ve Kebikec'te yayınlandı. Not : Müfit Günay ağabey Kanada da yaşıyor, çevirmen. Onlarca kitabı dilimize çevirmiş bir Sivaslı .

via Sivas Herfene https://bit.ly/3qhANad

Üç Selçuklu eseri nostaljik bir kartpostalda . Üçü de birbirinden muhteşem.

via Sivas Herfene https://bit.ly/3C3IinO

Artin Korkor ağabeyin paylaşımıdır. Sivas’ta Mumcular Içinde, amcamın marangoz atölyesinin karşısında bir nalbant vardı. #Sivas #SultanŞehir #Sivaslı #SivasHerfene #Nostaljia #Nostalji #Cayyurt #TavsanBayırı #Bengiler

via Sivas Herfene https://bit.ly/3WHXBfx

Kaleden Gökmedrese tarafları 1970 li yılların başları.

via Sivas Herfene https://bit.ly/45CPBAj

Taşhan'ın 4 yol tarafındaki köşelerinde yapılanma yok . Tam orijinal hâli görünüyor.

via Sivas Herfene https://bit.ly/3qjot9u

Paşa fabrikası yolu Yıl muhtemelen 1950 li yıllar. Celal Yayman arşivinden

via Sivas Herfene https://bit.ly/3BZjSf4

Yitik Şehir Şiirleri Sen yüzüme vuran yağmursun... Kalbimde saplı bıçak gibi öylece Sen eski bir şarkısın, hiç eskimeyen, Tıpkı Yiğitler Caddesi gibi böylece... Sen benim içimde derin bir yalnızlıksın Sen benim kalbimde gece üstüne gece, Ben utangaç mahcup bir delikanlı, Mısra mısra şiir, hece üstüne hece Şimdi perdeleri çekilmiş bir pencereyim. Kırık kalbimde kemansın inceden ince, Beni sorarsan bazen kış, bazen zemheri, Kızılırmak coşunca Mısmılırmak dinince... Ahmet Caniklioğlu hocamızın paylaşımıdır.

via Sivas Herfene https://bit.ly/3WULsnD

Fotoğraf hakkında bilgi edinemedim. 1970 li yılların başları. Zamanın belediye başkanı Rahmi Günay var, doktorlar ve yöre halkı var . Üniversite için yer araştırması olduğunu düşünüyorum . Ama önde kabak kemane çalan amca neyin nesi çözemedim. 😀 Sivas ve kabak kemane ?

via Sivas Herfene https://bit.ly/3MBiFzD

Sivasta Faytonlar . Nazmi Güldeş arşivinden

via Sivas Herfene https://bit.ly/42hoNmi

SİVAS DİKİMEVİ YEMEKHANESİNDE ÇALIŞAN KADINLAR Meral Akpınar arsivinden

via Sivas Herfene https://bit.ly/45O7lsP
via Sivas Herfene https://bit.ly/3WG1EZE

KALEDEN UZUNYOL 1970 li yılların başları

via Sivas Herfene https://bit.ly/3MwEXSQ

1936 YILI SİVAS TREN İSTASYONUNDA SİLO...

via Sivas Herfene https://bit.ly/3WT2Wkh

20 Mayıs 1948 Tam 75 yıllık bir fotoğraf. Yer Fevzipaşa İlkokulunun bahçesi Muhteşem bir fotoğraf. Fotoğraftakiler Yurda Karadeli , Haldun Gürkan Önde oturan Nore Mamprelyan ağabey. Nore ağabeye sağlıklı ömürler diliyoruz . Diğer büyüklerimiz yaşıyorsa sağlıklı ömürler yaşamıyorlar ise ruhları şâd olsun. Fotoğraf Nore Mamprelyan ağabeyin albümünden.

via Sivas Herfene https://bit.ly/3BXvcZ8
via Sivas Herfene https://bit.ly/3oEeoDt

1970 li yılların ortalarından bir fotoğraf. Murat 124 sünnet arabası olmuş, çocukları gezdirerek. Yer Çiçekli mahallesi 13 .sokak Araç başında Mustafa Doğan . Yetmişli yılları bize yaşatan çok güzel bir fotoğraf .

via Sivas Herfene https://bit.ly/3qj4sjq

İstanbul Üniversitesi'nde öğrenci olduğum sıralar, okul duvarında bir ilan gördüm: "Avrupa'ya talebe yollanacaktır. ” Allah Allah, dedim! Ülke yıkık dökük, her yer virane, Lozan yeni imzalanmış, bu durumda Avrupa'ya talebe… Lüks gibi gelen bir şey…Ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içinden 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk, “Berlin Üniversitesi'ne gitsin.” diye yazmış. Vakit geldi, Sirkeci Garı ‘ndayım; ama kafam çok karışık.Gitsem mi, kalsam mı? Beni orada unuturlar mı? Para yollarlar mı? Tam gitmemeye karar verdiğim, geri döndüğüm sırada bir posta müvezzi ismimi çağırdı. “Mahmut Sadi! Mahmut Sadi! Bir telgrafın var.”“ Benim” dedim.Telgrafi açtım, aynen şunlar yazıyordu: “Sizleri bir kıvılcım olarak yolluyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz.” İmza:Mustafa Kemal Okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. “Şimdi gel de gitme, git de çalışma, dön de bu ülke için canını verme.” dedim.“Düşünün 1923'te o kadar işinin arasında 11 öğrencinin nerde, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen, ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu ülke için can verilmez mi?”Çok başarılı oldum. Ülkeme alev olarak döndüm. Önce Istanbul Üniversitesi Genel ve Beşeri Fizyoloji Enstitüsü'nü kurdum.Kürsü başkanı oldum. Daha sonra ülkemin başbakanlığını yaptım. Ben kim miyim? Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim adamıyım.. Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak

via Sivas Herfene https://bit.ly/43udQPh

1957 yılı Hakkı Emlakçı'nın manav dükkanı Mehmet Erdinç hocamın arşivinden

via Sivas Herfene https://bit.ly/438ikLz

Tarihin hüzünlü sayfalarında yer alacak bir fotoğraf. Her neresinden bakılırsa Sivasımızın güzel insanları birarada. Her biri kendi dalında usta zanaatkâr müzisyen ne ararsanız var. (Bu harika fotoğraf Arslan Arslan abimizden.) Fişekçi Kemal,Marangoz Savak, BoğosEmmi(Arslan abinin amcası)(Terzi Hampar Balcı Klarnet çalan), Uncu Haygaz Gönkeser,Çatal emmi Mesrop,Dakesin oğlu Agocan, Terzi Sefer Emmi,bilinenler . Dostluk,kardeşlik,muhabbet her şey var . Nur içinde yatsınlar. Yervant Durmazgüler dostumuzun paylaşımıdır.

via Sivas Herfene https://bit.ly/3WzI1m3

Bıçak Bileyici OSMAN AMCA Mahalle mahalle gezerdi bıçak bileyici Osman amcamız. Hizmeti kapınıza kadar getirdi . O bıçak bilerken bizler çocuktuk oturup Osman amcamızın maharetli ellerinde bıçağın nasıl keskinleştiğini izlerdik . İşini bitirdikten sonra son hamlesi kağıdı kesip bıçağın ne kadar iyi bilendiğini göstermek olurdu. Allah rahmet eylesin. Şehrin en güzel simâlarından biriydi .

via Sivas Herfene https://bit.ly/3BVLthk

1900 lü yıllarda Sivas ın panoramik görünümü. Solda Gökmedresenin minareleri arkada Sivas Kalesi Saat Kulesi ortada Surp Astvadzadzin katedrali ve Sivas evleri .

via Sivas Herfene https://bit.ly/3OJrQk6
via Sivas Herfene https://bit.ly/3MA01rH
via Sivas Herfene https://bit.ly/3IIps9g

Akıncılar Göllüce Köyünde bulunan Abana Surp Boğos Bedros Kilisesi .. 1883 yılında yapılmış. Dört duvarı ve Apsisi hâlâ ayakta . Kalıntı olarak görünüyor. Şimdi ne durumda bilen var mı ? Gazete haberinden alınmıştır.

via Sivas Herfene https://bit.ly/42bGuUl

Ahmet Caniklioğlu hocamızın arşivinden muhteşem bir Sivas Soğuk Çermik fotoğrafı. Çizgili pijamalar ile makinenin karşısına geçilmiş ciddiyetle poz verilmiş. Hava soğuk olmalı ki paltolar omuzda . Sivasın güzel muhabbetli zamanları .

via Sivas Herfene https://bit.ly/3BXA3JL
via Sivas Herfene https://bit.ly/438gESm
via Sivas Herfene https://bit.ly/428PY2P
via Sivas Herfene https://bit.ly/3IEY7VE
via Sivas Herfene https://bit.ly/45xFAo8

Yukarı Tekkeden çok eski bir Sivas fotoğrafı. Resmen tarih kokuyor . #Sivas #SultanŞehir #Sivaslı #SivasHerfene #Nostaljia #Nostalji #Cayyurt

via Sivas Herfene https://bit.ly/42blAVg

70 yıllık bir Sivas Kilimi Çocukluğumuzdan itibaren bize eşlik etmiş motifler . Şimdi yüklükte dinlenmeye çekildi.

via Sivas Herfene https://bit.ly/3BXac4W

Bugün büyük usta Ömer Şan ağabeyimizin 13.ölüm yıldönümü. Türk Halk Müziğinin en önemli yorumcularından Ömer ağabeyimizi sevgi ,saygı ve özlemle anıyoruz. Ruhun şâd olsun büyük usta .

via Sivas Herfene https://bit.ly/3BWSM8y
via Sivas Herfene https://bit.ly/45s3C3Q

Erdoğan Önemlibıçak kardeşimiz iki yıl önce Tavra Boğazında bisikleti ile . İyice özledik Erdoğan seni . En kısa sürede aramıza dönmen dileği ile . Not; Erdoğan’ın sağlığını soran dostlara .. Erdoğan’ın evinde dinlenmesi gerekiyor . Çok yorucu ,yoğun bir süreç geçirdi.

via Sivas Herfene https://bit.ly/3ICCSnk

Görkemli bir Sivas evi . Konağı anımsayan var mı ?

via Sivas Herfene https://bit.ly/3BPEW7Q

Eskiden babalarımız hazır cıgara içmezdi. Tabakaları vardı ,tabakayı çıkartıp özenle cıgarasını sarar, birde ek yerini yalayıp tükürüğü yapıştırıcı olarak kullanarak cıgarayı hazır hâle getirirlerdi . O zamanlar tekelin tütünleri vardı hiç bir karışımı olmayan . Şimdiki tütünlerden çok daha saf ve kaliteliydi. Tanıdığı bildiği olanlarda kaçak tütün alırdı.

via Sivas Herfene https://bit.ly/42cu2E0

1969 yılıydı ve ben henüz 10 yaşındaydım. İlkokul 3. Sınıf öğrencisiydim. Mevsim; kar mevsimi, zaman zemheri zamanıydı ve annem hastanede yatıyordu. Bir elimde tahtadan yapılmış okul çantası; üzerimde, emanet gibi duran ve oldukça bol gelen eski püskü bir paltom vardı. Ayaklarımda kara bir lastik, topuklarıma kadar bir karın içinde, bata çıka “Millet Hastanesi” nde yatan annemi ziyarete gidiyordum. Yüzüm, kulaklarım ayazdan kıpkırmızı kesilmiş, ellerim adeta soğuktan donmuştu. Öğlen arası tatilini değerlendirmek amacıyla hızlı hızlı yürüyordum. Hastane çok uzaktı ve ben sırılsıklam ter içinde kalmıştım. Türlü türlü ve tarifsiz korkularla karışık, adeta genzimi yakan bir hüzün yumağı sarmıştı bedenimi. Kendimi son derece bahtsız hissediyor, öksüz kalma telaşı içten içe beynimi kemiriyordu. Oysa annem bir haftadır hastanedeydi, hastalığının ne olduğunu bilmiyordum ve O’ nu çok özlemiştim. İçimde; sanki hiç bitmeyecekmiş görünen uzun bir yol vardı. Tereddüt, korku ve endişe beni bayağı sarsmıştı. Ders çalışamıyor, kimseyle konuşmuyordum. İçine kapanık ve son derece hassas olan yapım, daha da ağırlaşmıştı. Hiçbir şeyden tat almıyor, durgun halim herkes tarafından dikkat çekiyordu. Hastaneye vardığımda nefes nefeseydim. Yalnızdım, yanımda hiç kimsem yoktu. Benim yaşımda biri, o mevsimde tek başına buralara kadar gelemezdi. Sivas; ayaza kesmişti ve ev çok uzaktaydı. Oysa annem hastanede yatıyordu ve ben onu ziyarete gidiyordum. Merdivenleri incitmekten korkan bir eda ile usul usul çıkıyordum. Hangi katta, hangi odada yattığını bilmiyordum. “ ya onu bulamazsam” endişesi sarmıştı ruhumu, incinmiş korkmuştum. Gözlerimde biriken yaşlar nisan yağmurlarına dönecekti. İçimde yılanbaşlı bir korku peyda olmuş, endişeye kapılmıştım. Birinci ve ikinci kattaki odaları dolaşmış annemi bulamamıştım. En üst kata geldiğimde ne yapacağını bilemez halde şaşkın şaşkın etrafımı süzerken, elinde uzun bir tespihi, başında yazması ile yaşlıca bir kadının beni gözleriyle takip ettiğini fark ettim. Yaşlı kadın; “Kime baktın oğul” derken, gözbebeklerimin kıpkırmızı olduğunu hissediyordum. “Annemi arıyorum” dedim. “ annen kim?” diye sordu “Hatice” dedim. Usulca elini uzattı, elini tuttum ve loş bir koridorda yürümeye başladık. Elleri sıcacık, yüzünde uçsuz bucaksız bir hüzün duruyordu. Koridorun sağında ve solunda sıralanmış koğuşlar vardı ve bu koğuşlarda üçer beşer kişilik tahta ranzalar sıralanmıştı. En son koğuşa geldiğimizde, yaşlı kadın “ annen burada” dedi. Sessizce koğuşa girdim. Kesif bir hastane kokusu genzimi yakıyordu. Bembeyaz çarşafların yanında beyaz bir masa, devasa pencerelerde siyah perdeleri vardı. Köşede yatağına hafif oturur vaziyette annemi gördüm. Gözleri tavana mıhlı öylece hareketsiz yatıyordu. Yatağın kenarına usulca iliştim. Bir eli yana doğru, diğer eli kalbinin üstündeydi. Yüzünde, şimdiye kadar hiç görmediğim gri bulutlar geziniyordu. Korka korka titreyen elimi eline uzatıp, dünyanın en hüzünlü sesiyle mırıldanarak ve sanki kendi kendimle konuşur gibi, “ anne ben geldim” dedim. Birden irkildi, başını usulca çevirip gözlerime baktı. O anda sanki Kızılırmak gözelerinden sızan berrak sular gibi gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Duymadı sanıp. tekrar söylendim. “ anne ben geldim” Eylül zamanlarının bir gece yarısında, uzun bir zaman yolcuğundan sonra, yine bir zemheri günü, çevrili gurbetlerden sızan bir nida ile yine aynı sözü söylediğimi hatırlıyorum. “ anne ben geldim” Şimdi; mevsimler üst üste birikti, yalnızlıklar büyüdü. Mevsim, zamansız kışlara döndü ve ben hala o günkü gibi yalnızdım. Bazı zamanlar ve özellikle bazı geceler yatağımda oturup, o hastane odasında mırıldandığım çocuk sesimle zaman zaman kendi kendime hep söylenirim. O’ nun beni duyduğunu hep hissederek... “Anne ben geldim”… Ahmet Caniklioğlu hocamızın yazısıdır.

via Sivas Herfene https://bit.ly/3OAZIzq

Bir sayfa dostumuzun ricası. Nalbantlar başı Nam-ı diğer Tarzan Mustafa

via Sivas Herfene https://bit.ly/435hFL2

Kaybolmuş zamanlarda mutfaklarımız 😊

via Sivas Herfene https://bit.ly/3WsySeS

Şimdi MADIMAK zamanı ... Kırlardan, dağlardan Taze Madımak toplayıp Garipler Sebze halinin önünde satmaya çalışan iki ablamız. Bu fotoğrafı görünce Nesimi'nin deyişi aklıma geldi . "Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına Rızkımı veren Hüdâ’dır kula minnet eylemem ". Not:Fotoğrafı Erdoğan Önemlibıçak kardeşimiz geçen yıl çekmiş.

via Sivas Herfene https://bit.ly/42Z9WOp

BABAMIN LEYLAKLARI Leylakları görünce aklıma direk babam gelir . Babam emekli olduktan sonra ki yaklaşık otuz yılı bahçemizde geçmiştir . Çiçek ,ağaç , tamirat işleri ile uğraşır üstü başı toz toprak içinde eve döner anamın gazabından da nasibini alırdı. Tavşan Bayırındaki evimizin Kadirin Bostanından taraf girişli bir bahçesi vardı. Babam ilk önceleri bahçemizi çeşitli çiçekler ile güzelleştirmişti. Güller ,kadife çiçekleri, zambaklar . Yıllar geçtikçe bu çeşitlilik tek bir ağaca dönüşüverdi. Ama ne dönüşme, koca bahçenin her tarafı sıra sıra leylak ile doldu . Soramadım, baba neden leylak diye . Leylakların baharda kendini göstermesiyle bahçe mora dönüşür kokusu insanı mest ederdi . Leylaklar baharda açar açmaz babam komşuları da ihmal etmez herkese dağıtırdı . Tabi leylaklar çiçek verdiği sürece evimizden de eksik olmaz bütün ev mis gibi kokardı . Babam ölünce bahçenin yavaş yavaş duvarları yıkıldı. Yedi sekiz senede bahçeyi koruyacak bir kaş dahi kalmadı . Yerle bir oldu dersek yalan olmaz . Ayakta kalan üretmeye devam eden bir tek leylaklar kalmıştı . Bahçenin son yıllarında leylaklar bakımsızdı ama kendi kendine gelişti,yetişti , iyice çoğaldı. Babamı unutturmak istemiyordu sanki . Üç yıl önce belediye evimizi ve bahçemizi yıkınca leylaklarda bu yıkımdan nasibini aldı kepçe söküp söküp attı leylakları. Babam yirmi bir yıl önce bugün aramızdan ayrıldı. Bahçesinde ki leylaklarıda yok artık. Tam zamanıydı bugün dalından leylak kopartıp babamın mezarına koymanın . Not:Fotoğraftaki leylaklar bahçemizden ve babam leylakları önünde.

via Sivas Herfene https://bit.ly/45sa9v8

PEŞTAMAL KOKULU HAMAM Son fotoğrafını gördüğümde bir buzul dağı sandım.İçim üşüdü.Nefesimin soğuğuna inat sıcak sımsıcak duvar olup sarmalar ısıtırdı bizleri.Boncuk boncuk terletir sonrasında serinletirdi.Şirinoğlu Hamamı sanki benimle doğmuştu.Sivas’ın ayazına,fırtınasına hep dik durdu.Üzdü beni fotoğrafındaki bakışı. 1957li yıllarda anneler ve çocuklar erkekli kızlı Şirioğlu Hamamı gibi şirin mi şirin.Cıs cıbıldak havuzun etrafında koştururken,şehir gazozu eksik olmazdı elimizden.O yıllarda hamamın kapısı sanki gümrük kapısı idi.Natır hamamın önünde vize sorgular gibi yaş sorgulardı.Erkek çocuklar için kafası ile onayladığında vize alınmış olup içeri girilirdi.”Dal daşak” soyunup havuzun kenarında koştururduk.Ta ki annemizin bizleri kurna başına çağırıncaya dek.İçerisi buhardan göz gözü görmezdi.İlk su başımıza döküldüğünde; -Yandım anam. Der havaya sıçrardık.Kafa bizim kontrolümüzden çıkar annemizin elleri arasında sağa sola-öne arkaya gider gelirdi.Yanan gözler sırtımıza sürülen lifler sonuçta tas tas su isterdi.Tavanından damlayan suyu kafamızı kaldırarak kuş misali yutup kahkahalarla gülerdik.Sen ne güzel hamamdın ŞİRİNOĞLU. İki anne ve iki çocuk. Aynı mahallede ve aynı okulda okuyorduk.Hamama birlikte gider birlikte natırdan vize alırdık.Bir gün o içeri girdikten sonra natır bana bakarak; -Hanım hanım bunun babasını da getirseydin dedi. -Babam işte dedim safça. Annem bir simit ve bir gazoz ile kapıda beklememi söylemişti.Natır o gün bana vizeyi vermedi.Daha sonrasında hamama hep babamla gittim.Fakat Şirinoğlu hamamı “kadınlar hamamı” olarak şirindi.Nalın sesleri,çocuk sesleri geri çağıramaz kimse gelip geçen günleri.Yıllar sonra içeri giriş vizesi alan arkadaşım(Varujan) açıkladı. Bu arkadaşımızın babası kalaycı idi.Natır evindeki kap kaşık ne varsa doldurur torbasına koşardı doğruca kalaycı dükkanına.Tepsi, kevgür, tencere,tava hepsi bedava.Tabii ki girer oğlu hamama bedava. Benim babam demirciydi.Natırın yoktu demirciyle işi.Son Sivas’a gittiğimizde dönemin belediye başkanı Sayın Doğan Ürgüp .. -Belediye bütçesi ile yenileyip Sivas’ın hizmetine açacağını söyledi. TAŞ VE KİL……NEYSE NE…..BEN İSTERİM ŞİRİNOĞLU’NU yine de. Mıgırdıç Yeşilçimen ağabey ŞİRİNOĞLU HAMAMI nı yazmış. Kendisinin izniyle paylaşıyoruz. Höllük Mermer

via Sivas Herfene https://bit.ly/3MlIovy

YIL 1959 / SICAK ÇERMİK Ahmet Turan Baş albümünden çok güzel bir çermik hatırası .

via Sivas Herfene https://bit.ly/3C8t80J

Sivasın köklü kuruluşlarından biridir Ali Rıza Eczanesi Kuruluş tarihi 1906 Yeri tam Yıldız Pasajının yanında, Atatürk caddesinde idi . Fotoğraf Rahmi Koç müzesinden.

via Sivas Herfene https://bit.ly/45lacsP

Hacı Zahit mahallesi 60 yıl önce 60 yıl sonra Değişen ne kadar çok şey var . İlk fotoğraf Ahmet Caniklioğlu arşivinden İkinci fotoğraf Erdoğan Önemlibıçak kamerasından

via Sivas Herfene https://bit.ly/3MydKzw

ÇOCUKLUĞUM NEREDESİN? Bazı zamanlar var ki bir türlü alamam kendimi kendimden. Her akşamın siyahından önce geldiği o anlarda, eğreti bir ikindi hüznü düşer gözlerimden ve bu gömgök mavinin altında salkımlaşan tekke önünün kristal temmuzları üşütür yüreğimi... Yukarı Tekke'nin mistik duruşu bütün haşmeti ve ahengiyle ses verirken, Abdulvahhabi Gazi Hazretleri’nin her vakit abdest aldığı o billur çağlayanda iklim iklim soluklanan eski bir hüzün yumağıdır çocukluk zamanlarım ve ben o çocukluk zamanlarımı çok özlüyorum... Buğulu ve buruk hatıraların canımı acıttığı her kuşluk vaktinde, bazen de akşamın üstü örtülü alacasında uzayan gri geceler sarar dört yanımı. Baki kalan bu kubbe, sanki tenha dönencelerin ıssız şavkıdır artık... Oysa Hacı Zahit Mahallesinin o hazin duruşuyla benzeşir sitemlerim. Alabildiğine derin bir boşluğa sımsıcak bir gölgeyle usul usul üşüşür gölgeler. Oysa ben, kaç zamandır ne düşündüğümü bilmiyorum. Toprak bacalı evimizin avlusunda, saçları kıvrım kıvrım bir çocuk görüyorum. Bana mahsus bir Sivas meltemi, zemheri zamanlarının üzgün düşlerini getiriyor erinmeden, kahroluyorum... Başımı yastığa her koyduğum vakit, gözlerimi yumunca görüyorum! Ve bir türlü aklımdan çıkmıyor o çocukluk günleri... Bazen üç gün, bazen bir hafta hiç kimseyle konuşmuyorum. Hüzünlü masallara bezeli o utangaç çocuğu taa kal-u beladan beri tanıyorum! Him komşumuz Şükriye Teyze sesleniyor berrak sesiyle, biraz uzak biraz yakın...'gız hatçe geliiin Osman Emmi geliyor!' beynimde yankılanan bu buğulu sese bir türlü yüzümü dönüp bakamıyorum. Kül rengi bulutlar geçiyor çocukluğumun salatalık bahçelerinden, ürperiyorum... Gölgesine sığınıp tarifsiz hayallere daldığım avlumuzdaki ıssız akasya ağacı, salkım saçak dallarında büyüyen çocukluğumu uzatıyor birden, korkuyorum. Örselenmiş yüreğimden gözlerime çisil çisil, sağanak sağanak, iplik iplik yağmurlar geliyor. Perdesiz camlarda tuhaf şekiller görüyorum. Annem, titrek parmaklarıyla siyah beyaz fotoğrafımdan gözyaşlarımı siliyor. Ben hala, O günden kalma çocukluğumun gün aşırı yağmurlarında ıslanıyorum... Koynunda muskasıyla eşiğe oturmuş, ela gözleriyle ürkek bir gölge yokluyor yüreğimi. Kırlaşmış saçlarıma güz sabahlarının sarışın huzmeleri dökülüyor. Göz bebeklerimde, eskilerden kalma bir sabah doğuyor ve kalbimin en eski sancısı düşüyor ayakucuma... Kırgın parmaklarımda biriken kuru ayazlara gücenip, adını bilmediğim mevsimler için, kalemimi gözyaşlarıma banıp adı konmamış şiirler yazıyorum... Saffet Emmileri, Memülü Emmileri, Osman Emmileri, Molla Emmileri, Aydedeleri, Deli Hasanları, Nihat Ağabeyleri, Zerzekıran Sami Emmileri, Sünnetçi Fikrileri, Deli Fadoları, Nafiye Teyzeleri, Kamer Hatun Teyzeleri, Şükriye Teyzeleri, Şefika Teyzeleri, Mevlüde Teyzeleri, Nemciye Teyzeleri, Lütfiye ablaları, Şarogadingeleri, Pakize Teyzeleri, Deli Hatçeleri, Refik Hocaları ve her sabah işlemeli Kuran kabını omuzlarına takarak kuran kursuna ya da terziye giden mahallemin güzel yürekli kadınları kızları, çocukluğumun yanı başında yürüyorlar. Duman duman yükselen bir gecenin tam ortasında onları arıyorum yalınayak, hiç birini bulamıyorum... Bir karanlık eşeliyor evimizin bacasını... Yaralarıma tütün basıp, Kınalı 'enekemi, çerçüvemi', paslı çemberimi, cıncıklarımı, topacımı, sapanımı, balıksırtı kızağımı, koynuma alıp uyuduğum ayakkabılarımı ve yoksul yüreğimi tanımadığım yıldızlara emanet bırakıyorum... Tuhaf bir yükseklik korkusuyla beraber, Yukarı Tekke berzahlarının çiğdemleri korkuyla uzatıyor başını Akkaya'dan... Kefensiz, gelinliksiz uyuyan 'kırkkızlar' ın kınalı hıçkırıkları duyuluyor dipsiz kuyulardan... "Çene başında" ki yeşil cami duvarına yaslanıp bir sigara yakıyorum. Babaannem, yıllar öncesinden namaz örtülü başıyla, avlumuzun bir köşesinde bir gölge gibi beni gözetliyor, biliyorum... Göz açıp gönül verdiğim, eskilerden; bir “Hacısaat”, bir “Mısmılırmak”, bir “Çağlayan”, bir “Tekke Önü”, bir “Höllüklük” bir “Akkaya” ” düşlüyorum... Memülü Emminin iki kat olmuş seferberlik sesi çınlıyor kulaklarımda...”Cephede aç galmadınız, başınız bitlenmedi, bedeninizde gurşun izi de yoh, ayakkabı çorbasını da bilmezsünüz! Esvaplarınız da yamalıklı dööl, gülün eşşoğulları gülün”! Ben artık hiç gülmüyorum! Buğday tarlalarında biriken lacivert akşamlar, harmanlıkta uçurduğum uçurtmalar gibi ufkumda salınıyor ne zamandır... Ne zaman döşeğime yüz üstü kapansam, Karanlıkta gözleri ışıl ışıl parlayan çocukluğumun yürek paralayan sesi yankılanıyor. Yüreğimde kanat çırpan Sivaslı üveyiklerle beraber, uykusuz düşünceler sarıyor etrafımı. Nihat Emmi’nin yemyeşil “alaçuh” ‘lu bostanlarına sinip, 'kovalamaç metdeynek' oynarken, yol boyu dökülmüş çocukluğumun iğdelerini topluyorum... Yüreğimin pırıl pırıl Mısmılırmağı’nda süzülüp gitmiş o güzelim günler. Kurumuş yapraklar misali Ekim giymiş bir zemherinin koynunda üşüyen çocukluğumu arıyorum. Yiğitler Caddesi’nin en karanlık yerinde bir akşamüstü, kımıldamadan ve arkama hiç bakmadan öylece, dimdik duruyorum. Tahta iskemleye oturmuş aksakallı koca dedemin gümüş saplı bastonu düşüyor ellerimden, susuyorum... Elinde Mengürdeği ile yolumu gözlüyor Dil Evliyası, utanıyorum! Şimdi artık; viran evimizin bir köşesinde, pirinç şamdanlarda titreyen bir mum misali kâh yanıyorum kâh sönüyorum. Eskimiş bir aile albümünün siyah beyaz sayfalarında gülümseyen, pırıl pırıl huzmelerle dopdolu çocukluk zamanlarımı ve koynunda sakladığın ay parçası hüzünlerimi geri istiyorum… Ahmet Caniklioğlu hocamızın paylaşımıdır...

via Sivas Herfene https://bit.ly/3pQPmBd

NENE HATUN Cesurun ve kahramanın erkeği, kadını olmaz. Bu topraklardaki en büyük kahramanlardan biri beşikte yavrusunu bırakarak cepheye koşan #NeneHatun’dur. Ve unutmayın, yeri geldiğinde her Türk kadını bir #NeneHatun olur! Ölümünün 68. yılında sevgi, saygı, rahmet ve minnetle anıyoruz.

via Sivas Herfene https://bit.ly/432m2qb

Divriği'de harman zamanı . Eskilerden kalma bir fotoğraf.

via Sivas Herfene https://bit.ly/41Y05Y6