Ana içeriğe atla

SENELER İÇİNDE ZALİM O SENE Rahmetli Kadir Üredi ağabeyin kaleminden ... Yokluk ve sıkıntılarla geçen çocukluk günlerimizin yüreğimize kazıdığı keder yüklü resmini, günümüze taşıyıp yeniden bir kere daha seyretmek istedik. Anam yorganı üzerimden kaldırıp ayağının ucuyla bedenimi defalarca sarsmasından neçe sonra uyanıp yatağa oturduğum vakit, ortalık daha yeni yeni ağarıyordu. Uykunun verdiği mahmurlukla kollarımı şöyle bir yukarı doğru kaldırıp uzun uzun esneme isteğim; Anamın buyurduğu yumuşla yok olup gitti. “Kirden pasaktan kokmaya başladık, bugün çamaşır yıkayacağım gitte Ziyabey’gilin “Ziyabey kütüphanesinin sahibi” pınarından birkaç dönüm su getir” lafı canımı sıktı ama ana isteğine itiraz hakkımız olmadığı için, gönülsüz gönülsüz bu zahmetli yumuşa peki deyip boyun büktüm. Anam avlumuzun sokak tarafındaki Gaş’ın yani duvarın dibine gecenin bir yarısında kurmuş olduğu ocağı yakmak için kucak kucak tezek ek, yarmaca “kırılmış odun” taşıyor, odunluktaki yakacağın bereketi kaçmasın inancıyla, her taşıma seferinde besmele çekerek başlıyordu. Bense çocukluk uykusuna doymamış bedenimin uyuma isteğine dur deyip, omuzluğun çengeline taktığım bir çift su kovasını omuzladıktan sonra sabahın alacakaranlığında mahallemizin alt başındaki Mebus Ziya bey konağının has bahçesinde akan pınarın yolunu tuttum. Kovalar dolarken, sabahın masum sükûnuna düşüncelerimi katıp, oturduğum dinlenme taşında, pınarın çifte lülesinden akan suların sesini dinliyorum. Kovaya akan suyla birlikte içime tarifsiz hüzünler doluyor. Atalarımızın para sesi, su sesi kulağa hoş gelir deyiminin aksine, bu ses şimdi kulağıma nedense hiçte hoş gelmiyor, para sesini ise yetmiş üç yıllık ömrümde maalesef doyasıya hiç duymadım. Güneş gökyüzünü yavaş yavaş aydınlatıyor. Konak kapısındaki azameti, yüceliği, çocukluk düşünceleriyle seyre başladım. İnsan boyunun en az bir buçuk misli yüksekliğindeki çifte kanatlı konak kapısına bağlanmış eski zaman işi iri pirinç halkalar, tokmaklar, paralel ve çapraz kapı kuşaklarına hatasız aralıklarla perçin edilmiş demirci işi gülleler seyreden gözlerle doyulmaz bir ziyafet çekiyor. Kapı üzerine bir taç gibi oturtulmuş, oluklu kiremitlerin dizildiği dura, Şeyh Çoban sokağının yoksul görüntüsünü zenginleştiriyor… Tez zamanda dolup taşan su kovalarını omuzluğun çengellerine takıp hıhlayarak omuzladım. En az yirmi beş kilo yükün altında iki büklüm olan bedenim ve titreyen bacaklarımla Kale boynunun dik yokuşunu tırmanmaya başladım. Sivaslıların,”gılgılsız apteshaneye giren, döne döne taş arar“ deyiminin nedeni birkaç defa başına gelmiş olsa gerek. Elinde gılgıl dediğimiz taharetlenmek için ufak bir su testisi, dağılmış kınalı saçlarına gelişi güzel örttüğü oyalı yazması. Kapılarının birkaç adım ilerisindeki, üzeri açık, çömelince görülemeyecek yükseklikte duvarla çevirili, kapı yerine de yamalıklı bir telis parçasının sarkıtıldığı apteshaneye giden, mahallenin ebesi. Aynı zamanda: kırığa, çıkığa incime ve burkulma gibi ortopedik hastalıklarımızı, birkaç yumurta karşılığında tedavi etmeye çalışan Zeynetciş; Omuzlarıma binen kilolarca ağırlık nedeni ile iki büklüm olmuş bedenimin haline bakıp ta, bilecen bir ağızla: ula oğlum belini dik tut, yoksa ilerde kambur mambur olursun ikazını yaptıktan sonra koşar adımlarla apteshaneye girdi. Anam: ocağın önüne diz çökmüş, bir elini toprağa destek verip, diğer elini dizine dayamış, ince ince tüten tezek ateşini harlandırmak için ciğerlerindeki havayı ocağa üflüyor… Bunca yıldır çektiği eziyetten, yokluk sıkıntılarından naçar kalmanın çaresizliği ile zavallı anam, kendi meşrebine göre tepkisini gösterip ”yokluğun gözü çıksın” derken, dumanın yaktığı gözlerinden akan yaşları, başındaki yazmanın uçları ile kuruluyordu. Gıdasızlıkıktan dal gibi ipince olmuş kolları ile zoraki kaldırabildiği kovaları ocağın üzerindeki iki kulplu kocaman çamaşır kazanına boşaltan anam: Hadi yavrum guş gibi bir dönüm su daha getir de, ocağın altı boşa geçmesin diyordu. Yıl 1943 ikinci cihan savaşı tüm şiddetiyle devam ediyor. Gazete okuyanlarla, radyo dinleyenlerin anlattıklarına göre Avrupa’da kan gövdeyi götürüyor. Sivas’ta ise ahali harbe bugün yarın gireceğiz hesabı ile tasarrufu son haddine kadar uyguluyor. Başımızdakiler yurdumuzu, savaş belasına bulaştırmama politikasını, gazetelerin yazdığına büyüklerimizin laflarına göre başarı ile yürütüyor ve bir taraftan da savaşa girmişiz gibi halk üzerinde sıkı bir denetim ve tasarruf politikası uyguluyor. Gaz yağı ekmek, çay, şeker, çamaşırlık, bez entarilik pazen karneyle satılıyor. Bunların haricindeki ihtiyaç maddelerinin pek çoğu ya bulunmuyor veya karaborsada el altından çok pahalıya satılıyor. Bilhassa ekmek… Devletimiz; Ağır işte çalışanlara tüm, büyüklere yarım, çocuklara çeyrek ekmek karneleri; “yanlış hatırlamıyorsam üç aylık karneler günlük kuponlar halinde… Bunlarıda, nüfus cüzdanlarımıza “Ekmek Karnesi Verilmiştir” damgası basıldıktan sonra alabilirdik. “O günlerin anısı olarak damgalı nüfuz cüzdanımı hala korumaktayım.” Ve çocuklar iki dilim kadar çeyrek ekmekle yirmidört saat idare edip yarı aç, yarı tok, büyüme uğraşı verirdi. Sırtta ne gömlek, kıçta ne don var gıdasızlıktan kaburgalarımız sayılıyor. Ceket pantol yerine daha ucuza mal olduğu için kız çocukları gibi, anlarımızın biçip diktiği entarileri giyiyoruz. “Sene senede sene ile bu sene, seneler içinde zalim o sene” Şehirde karartma uygulanıyor. Akşam olup ta lambalar yakılmadan önce pencerelerden dışarıya ışık sızdırmayan renkli perdeler çekiliyor. Perdesi olmayan evlerde ise camlara koyu renk kâğıtlar yapıştırılıyor. Cadde ve mahallelerdeki elektrik direklerinin lambaları yakılmıyor. Ceratelyesinin tüm camları siyaha boyandı gece vardiyasında çalışıldığı için dışarıya ışık sızmıyor. Mavi renkli ampullerin yakıldığı gecelerde işçiler üretim yapma uğraşı veriyor. Yetkililerin emirleri ile sığınak yapmaya mecbur tutuldukları için ailelerin pek çoğu bahçelerine kimileride mahallesindeki boş alanlara adına sığına dediğimiz çukurlar eşdiler. Zaman zaman ceratelyesi ile belediyenin kornaları acı acı öttüğünde büyüklerimiz korku ve endişe ile sığınaklara koşuşurken, bu tat biz çocuklar için bir oyun bir eğlence havasına dönüşürdü. Dudaklarında dualarla sığınakta çömelip korkuyla bekleşen büyüklerimizin çaresiz kalmışlığının resmini oluşturan suratlarını ne merakla izlerdik. Bazende beklemekten sabrımız su kesilir, sığınaktan çıktığımızda, kollarında kırmızı çaput bağlı amcaların ”korna çalmadan niye çıktınız! Çabuk sığınağa girin” azarlarına muhatap olurduk. Savaşın ne zaman sona ereceği bilinemediği için, ilgililerce gelecek günler düşünülerek ofis ve çevresindeki hangarlara buğday stoklandı. Hangarlar yetersiz kalıncada şehrin pek çok mescit ve camilerine buğday dolduruldu. Ceratelyesini düşman uçaklarının muhtemel saldırılarından korumak için, atelyenin saat kulesine makineli tüfek, sıptırıç tepesi ile kaleardı mahallesindeki Abdiağa konağının arka bahçesine uçaksavar topları konuçlandırıldı. Görevli askerlerde savaş sona erinceye kadar mahallenin mescidini koğuş olarak kullandılar. O seneler mahallemizde demiryol sınıfı ile topcu birliğine mensup askeri bölüklerde konuçlandırıldığı için bunların talimlerini heyecan ve merakla izlediğimizin etkisinde kaldığımızdan olsa gerek, günlük oyunlarımızın yerini savaş oyunları almıştı. Yaz aylarının yakıcı güneşi altında talim yapan askerlere acıyan analarımız kovalar dolusu ayran yapar, elimize verdikleri bakır maşrapalarla “su tası” bu ayranları asker ağalara dağıtmamızı, para verecek olurlarsa katiyen almamamızı da sıkı sıkı tembih ederlerdi. Demiryol köprülerinde askerler nöbet tutar, şehrin giriş çıkış güzergâhları, günün her saatinde gözetim altında tutulurdu. Zaman zaman görevli amcalar sınıflarımıza gelir, gaz maskesi dedikleri başlıkların nasıl kullanılacağını öğretirlerken, arkadaşlarımızın başlarına taktıkları maskelerin fil hortumuna benzeyen uzantısından nedense çok korkardık. Derse başladığımız her sabah, Türküm, doğruyum, çalışkanım andından sonra öğretmenlerimiz, yakalarımızın düğmelerini çözdürür, sınıfı bit muayenesinde geçirirdi. Çamaşırlarımızda bit tespit ettiğinde, gömleğimizi değiştirmemiz için evlerimize gönderir, arkadaşlarımızın alaylı bakışları altında sınıfımızdan ayrılırken yaşadığımız ezikliğin, yüreğimizde açtığı yara, o günleri hatırladığımızda nedense hep yeniden kanar. Salgın hastalıkları önlemek için devletin görevlendirdiği memurlar, mahallelerde ev ev dolaşır çocukların iç çamaşırları, yükkemerlerindeki yataklar yorganlar yastıklar teker teker kontrol edilir, bu giyecek ve yatakların kirli, bilhassa bit olduğu tesbit edilirse evdeki tüm çamaşırlar belediyenin çöp taşıma işlerinde kullandığı at arabasına yüklenir, ev halkı ile birlikte tepürhaneye götürülürdü. Çamaşırlar temizlik ve dezenfekte işleminden geçirilirken, ev haklıda burada yıkanırdı. Ayrıca fakir aileler, belirlenen gün ve saatteler de, belediye hamamında sabun verilerek yıkanıp temizlenmeleri içinde imkân sağlanmıştı. Şehrimiz, o yıllarda yurdumuzun en emin ve güvenilir şerhlerinden biri olduğu için 1941 yılında Edirne sanat okulu Sivas’a nakledilmişti. Sabahtan ilkindi ezanlarının okunacağı saatlere kadar, iki komşu kadının anama yardımı ile yıkanan çamaşırlar, sokağın bir başından taa öte başına kadar çekilen iplere: çoğu yırtık olan yamalıklı çamaşırlar serilmiş, mahallemiz o gün renk renk çamaşırlarımızın teşhir edildiği bir sergiye dönüşmüştü. Kuruyan çamaşırları toplayan anam, bunları teker teker gözden geçiriyor, sökük ve yırtık olanları bir tarafa ayırıyor, sağlam olanları kendine has bir hünerle katladıktan sonra bohçalıyordu. Evimizin ikinci katında, üç basamakla çıkılan, sofa “salon” tarafı açık olduğu için trabızan dediğimiz parmaklıklarla emniyete alınmış bir küçük mekân vardı. Biz buraya kızlar sekisi derdik. Bu mekânı kıble yönündeki pencereden gelen güneşin şavkı aydınlatırdı. Anam ayırdığı sökük ve yırtılmış çamaşırları, kızlar sekisindeki pencerenin önüne yığdı. Dikiş çekmecesinden çıkardığı yamalık bohçası ile iğne, iplik, yüksüf kutusunu da getirdikten sonra pencereden gelen gün ışığına göre bedenini ayarlayıp sökükleri dikmeye, o zamanlardaki kadınlara has bir maharet ve sabırla yırtıkları yamamaya başladı. Kızlar sekisi akşam saatlerinde daha bir loş daha bir sessiz hal almıştı. Yalnızca duvarda asılı Ata berguzarı antik saatin tiktakları duyuluyordu. Evdeki sıkıcı bu sessizliği bozmak için, konsolun üzerindeki iri gövdeli radyonun düğmesini çevirdim. Sofa: parazitin karıştığı davudi bir erkek sesiyle doldu. Spiker: Avrupa’yı kasıp kavuran insanlığın yok edildiği savaş haberlerini verirken, adına “uçan kaleler” denilen tayyarelerden “uçak” atılan tonlarca bombayla Avrupa’daki şehirlerin hartadan silindiklerini, binlerce askerle sivilin öldürüldüklerinden bahsediyordu. Anam havadisi daha iyi işitebilmek için, radyo tarafındaki kulağını örten yazmasının ucunu kaldırıp savaş havadisini can kulağı ile dinliyordu. Savaşta ölen askerlerin haberini işiten anamın birden tebdili şaştı. Yine Çanakkale de, Allahuekber dağlarında, Yemen çöllerinde şehit olan, kavumunu, hısımını, komşusunu, babasının, emmisinin şehitlik haberini aldıkları çocukluk günlerini hatırladı. Yavaştan yavaştan gaydelenmeye başlayan anamın sesi daha fazla yükselmeye, kızlar sekisinin duvarlarında yankılanan ağıtlar, öteki odalara kadar yayılmağa başladı. Anamın aklına yine Çanakkale’de şehit düşen emmisi, Sarıkamış dağlarında donarak şehit olan babasının kara haberi geldiği gün söylenen ağıtları, şimdi yeniden tekrarlamaya başladı. Bir ölüm haberi işitince anam hep böyle yapar. Yüreğinde biriken yılların acılarını, seferberlik senelerinde çektiği sıkıntıları, gözyaşlarına dönüştürüp gecenin karanlıklarına boşaltır. Anam yanaklarından süzülen yaşları kâh elini tersi ile kuruluyor, kâh gözyaşlarına karışan sümüğünü entarisinin eteklerine siliyordu. Garemetli anam; kendine has bir seda ile yakıp söylediği ağıtlara dil tutuyordu. Çocuk yüreğim bu ağıtları dinlemeye daha fazla dayanamadı. İçim doluktu, ökelendim, gözyaşlarımı zor zapt edip gam yüklü evden dışarı çıktım. Gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Yıl 1943 Avrupa’da savaş tüm şiddetiyle devam ediyor. Yere çömeldim sırtımı bahçedeki asırlık selvi ağacına yasladım… Küçücük ellerimi gökyüzüne açtım. Yurdumu bu savaştan bu savaştan bu felaketten koruması için gözlerimden akan yaşlarla Allah’a yalvarıyordum. Kıymetli büyüğümüz Kadir Üredi nurlarda uyusun .


via Sivas Herfene https://bit.ly/3lZzDKB

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hayriye Karayurt Bir eğitim neferi . Kendisi 40 yıl Sivasımız da ilkokul öğretmenliği yapmış nice çocuklar yetiştirmiştir. Cumhuriyet ilkokulunda çalıştığı zamanlar 1971 yılında yılın öğretmeni seçilmiş başarılı bir eğitimci . Şu an kendisi halen memleketi olan Sivas’ta yaşamını sürdürüyor. Değerli hocamıza sağlıklı ömürler dileriz.

via Sivas Herfene https://bit.ly/45TwjGs
via Sivas Herfene http://bit.ly/2t7LRF9

Pamukpınar öğretmen okulu Tarihçe Pamukpınar Köy Enstitüsü, Sivas-Tokat karayolu üzerinde Yıldızeli’nin 5 km kuzeyinde 1941 yılında kuruldu. Pamukpınar adının nereden geldiğinin iki ayrı söylencesi var: 1. hoş içimli kaynak suyundan geliyor. 2. yerleşke bölgesinde yüzeyden akan kireçli pınar suyu aktığı yerleri beyaza dönüştürdüğünden Pamukpınar adı kalıcılaşıyor. Kısacası Pamukpınar ismi bir sudan geliyor. Pamukpınar topraklarının istimlak işleri 1938 yılında yapıldı. 700 dönümlük arazi üzerinde 1941 yılında faaliyete geçti. Okulun yerleşme ve spor alanları hariç 400 dönüm ekilip, işlenebilir arazisi vardır. Akçadağ Köy Enstitüsü’nde okuyan Sivas, Tokat ve Erzincan’lı öğrenciler (efsane öğretmenimiz Ömer Yurdagül’ün rehberliğinde) getirilerek 2. ve 3. sınıflar oluşturuldu. Adı geçen illerin köylerinden, ilkokulu bitiren öğrenciler alınarak 1. sınıflar oluşturuldu. Başta okul müdürü Ethem Salmangil, bir müdür yardımcısı, üç öğretmen ve yüz seksen öğrenci ile eğitim-öğretime başlandı. Henüz derslik, yemekhane, yatakhane ve lojman binaları yokken; öğrenciler Yıldızeli’ndeki Cumhuriyet İlkokulu’nun zemin katında yatıyor, yemeklerini de orada yiyorlardı.. Havaların iyi olduğu günlerde Pamukpınar’a gidilerek temeller kazılıyor, tuğlalar hazırlanıyor, binaların yapımında öğrencilerin de beden gücünden yararlanılıyordu. 1942 yılından itibaren normal eğitim-öğretimin yanı sıra eğitmenler de yetiştirilmeye başlandı. Askerliğini yapmış, okuma yazma bilen erkekler alınarak, Nisan ayı ie Ekim ayı arasında kurslarda yetiştirilip, köylere Eğitmen olarak gönderiliyorlardı. Yetişkin bu insanlardan binaların yapım ve bakımlarında da yararlanıldı. Bu Eğitmenler’in kırsal bölgelerin eğitim ve kalkınmalarına büyük katkıları olmuştur. Eğitmen yetiştirilmesine 1948 yılına kadar devam edildi. Okulun kuruluşundan itibaren Döner Sermaye teşekkül ettirildi. Arazinin yarısı ekilip, biçilirken diğer yarısı nadasa bırakılıyordu. Örnek verirsek; 1964-1965 Ekim’i sonunda 8 ton arpa, 9 ton yulaf, 10 ton buğday, 2 ton saman, 3 ton ot, 1 ton yonca üretildi. Ayrıca büyükbaş hayvanlar ve kümes hayvanları da yetiştirilerek, bunların etinden, sütünden yararlanılıyordu. Yine küçük bir orman haline getirilen Pamukpınar arazisinde çam, söğüt, kavak, elma, erik, akasya, meşe vs. ağaçlar yetiştirilmiştir. Ayrıca yaz aylarında okulun büyük sınıf öğrencileri dönüşümlü olarak okula çağırılarak tarım işlerinde çalıştırıldı. Köy enstitüleri 1952 yılında zamanın yöneticileri tarafından kapatıldı. 1952 yılından itibaren 6 yıla çıkarılarak PAMUKPINAR YATILI ERKEK ÖĞRETMEN OKULU olarak eğitim öğretimini sürdürdü. 1976 yılından itibaren, ÖĞRETMEN LİSESİ’ne dönüştürüldü. 1988 yılına gelindiğinde; öğretmen lisesinin içinde bir de GÜREŞ OKULU açılarak; 1990 yılına kadar çift okullu Eğitim Öğretim sürdürüldü. 1990 yılından 1997 yılına kadar PAMUKPINAR ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ adiyla faaliyetine devam etti. 1997 yılından itibaren, YATILI İLKÖĞRETİM BÖLGE OKULU’na (YİBO) dönüştürüldü. 2014 yılından beri ise YATILI BÖLGE ORTAOKULU statüsünde Eğitim ve Öğretim’e hizmet veriyor. Pamukpınar 4000′e yakın öğretmen yetiştirerek yurdun her tarafına göndermiştir. Yurdumuzun her tarafında Pamukpınar’dan yetişmiş hemen her meslekten insana rastlamak mümkündür. PAMUKPINAR’DAN YETİŞENLER Cahit Külebi Şair Sabri Özer Şair ve Yazar Mahmut Özdermir Bakan Nihat Canpolat Vali Amir Çiçek Vali Halil İbrahim Akça Büyükelçi Mehmet Çağlar Genel Müdür Necati Yalçın Prof. Dr. Hüsnü Aydoğdu Müzisyen Dursun Çiçek Albay Dr. – Mv. Şeref Eroğlu Güreşçi (Dünya Şampiyonu) Hakkı Bulut Sanatçı Mehmet Güler Yazar Hasan Göztepe Yazar Ali Doğan Halk Ozanı Tevfik Karakaya Profesör Niyazi Ünsal Eski Erzincan Senatörü Emin Özdemir Yazar Mehmet Ceylan Profesör Dr. Kadim Ceylan Profesör Dr. Ahmet Erbil Fizik Prof. Dr. Amerika (NASA) Orhan Çakırer Prof. Dr. Ali Bozkurt TÖB-DER Genel başkanı Abbas Cılga Şair- Yazar Hazım Zeyrek Şair- Yazar Mehmet Adem Solak Şair- Yazar

via Sivas Herfene http://bit.ly/2s3MhyS