Ana içeriğe atla

Allah rahmet eylesin Kadir Üredi hocanın güzel bir yazısı. Yazıda bahsi geçen Çekiçli Hasan dayım olur . BİR ZAMANLAR ÇAYIRAĞZI Şehrimizin güney eteklerindeki kutsal kırklar pınarından başlayıp Kızılırmak nehrinin kumsallarına kadar ulaşan çayırağzı dediğimiz bu bölge 1972 yıllarına kadar şehrin bittiği yüzlerce yıldır yeşili kaybolmayan tarla ve bostanların başlangıç noktası idi. Çayırağzı demek; Sivas’ın bedi, bereketi toprak ananın bağrından çıkarıp evlatlarına, cömertce sunduğu mahsul anbarı demekti. İlkbaharda dağlardaki kar eridiği zaman Kızılırmak nehrinin suları kabarır, yatağına sığmaz. Sarımtırak rengi ile Eğriköprü Kesikköprü arasındaki bölgenin tümünü kaplardı. Birkaç gün sonra sakinleşen ırmak yatağına çekilirken geride bıraktığı minarelerle çayırağzı ovasının toprağını bereketlendirirdi. Günler sonra ağaçlar yeşil bir renge bürünür, kardelenlerin, Nergislerin, papatyaların taçlandırdığı, çayırağzı; adlandıramadığımız, daha çok yeşilin hakim olduğu nadide bir yaşmağa bürünürdü. Güzün sıcak diyarlara giden kuşlar ana yurtlarına geri döner. Binlerce kuş paşa çayırına, Harman çayırına dağılır, dere kenarlarına filizlenen ağaçların tepelerine, evlerin bacalarına yuvalarını yeniden yapar. Baharla beraber, rızıklarını topraktan çıkaran, ağırbaşlı reçberlerin bostancıların toprakla vuzlatı başlar, tarlalarını sürer, bostanlarını beller. Besmeleyle eller gökyüzüne açalırken “yarabbim; kuşların, kurtların, karıncaların, böcüklerin, cucüklerin nasibi içinde olsun, içi sırada bizlerinki olsun amin 1!” dualarıyla tarlalara tohumlar serpilir, bostanlara fideler dikilir. Bostanlardaki Alağçıklar onarılır, yağmurdan, güneşten korunmak için, üzeri kavak dalları ile örtülür. Birkaç basamaklı merdivenle çıkılan terasına, hasırlar kilimler serilir. Minderlerin arkalarına hasır yastıklar konur. Çayırağzı’nın, pulur’un, çekicin, şeyhçobanın, ağırbaşlı recberleri toprağına gözü gibi bakar, bir dediğini iki etmez, sürer, beller, çapalar, ayıklar filizlenen her fide bostancı ailesinin ümidi geleceklerinin güvencesi olur. Filizler büyür boy atar. Kırklar pınarından, ta! Kızılırmak nehrinin sarımtırak sularına kadar uzayan bu ovalardan bereket fışkırır. Güçlenen toprak burada nehrin bulanık sularına kafa tutar yatağını geçmesine müsaade etmez. Kırkikindi yağmurları ile ıslanan toprağın bekereti dışa taşar. Kimi mahsul toprak üstünde, kimileride toprak altında büyür. Bu aylarda ümitlerini toprağa bağlıyanların yüzleri gülecen olur. Bostanlarda tarla başlarında yakılan ocakların dumanı gökyüzüne daha bir istekle yükselir. Toprağa atılan her tohum tanesi burada bire kırk verir. Bu bölgenin toprağından bereket fışkırır. O zamanlardaki şehir halkının; bilhassa dış mahallelerde oturanların çoğunluğu geçimlerini recberlik ve hayvancılıkla kazandıkları için, bu ailelerdeki sığırların çoğunluğu paşa çayırının geniş otlaklarında yayılırdı. Günün her saatinde ucu bucağı görünmeyen bu koca ovayı, yaylıma gelen camızlar, inekler, koyun sürüleri yılkı atları doldururdu. Sıptırıc’ın “günümzdeki Gültepe mahallesi” tepesinden ovaya baktığımızda, bugün televizyonlarımızın yayınlarındaki belgelesellerde ilgiyle izlediğimiz bakir tabiatın gerçek güzelliklerini bu ovalarda görürdük. Burada; yanık yüzlü çobanlar; binlerin oluşturduğu sığırlarına hakim olmanın keyfini çıkarır. Pünzürük ırmağının kıyısındaki ulu sögüt ağaçlarının gölgesinde, azığıyla karınlarını doyuran bu çobanlara; sığırcıklar, güvercinler yaban ördekleri su kuşları, Leylekler isimlerini bilmediği bir sürü kuş türü arkadaş olur. Kâh; turna katarlarının uçuşunu, sonsuzlukta kayboluncaya kadar takip eder. Kâh binlerce sığırcık kuşunun gökyüzünde yaptıkları muhteşem gösteriyi izlerdi. Yaz aylarında şehir bir fırın gibi yandığı için bostancı aileler çoluk çocuklarıyla alağçuklara taşınır. Güz mevsiminin son aylarına kadar, ev yaşantısı, komşuluk ilişkileri bostanlarda alağçuklarda sürdürülür. Uzak yakın bostan komşuları bilhassa bayanlar, çok zaman öğle yemeklerini toplandıkları alağçukta birlikte yer. Toprağa bağlı erkekler akşamları bir alağçukta toplanır. Çayırağzının ferah gecelerinde sıcak muhabbet demleri yaşanırken yudumlanan kahvelerde yorgun bedenler dinlenir. Tabanındaki su toprağa yakın olduğu için paşaçayırına bakıldığı zaman hep yeşil görünür. Bu yüzden olsa gerek bu yazının rüzgarı devamlı serin eser. Kış süresince paşaçayırını örten en az elli, altmış santim kalınlığındaki kar Şubat ayının 17 sinde esmeye başlayan kaba yelle erimeye başlar. Bir birkaç gün sonrada ovanın görüntüsü bir deryaya dönüşür. Suyun çoğunu emen toprak, geride, Haziran ayının ortalarına kadar kurumayan yer yer irili ufaklı gölcükler bırakır. Buraları önce kurbağalar mesken tutar. Bir zaman paşa çayırı susmak bilmeyen kurbağa sesleriyle çınlar. Gölcüklerin kıyılarında körpe kamışlar filizlenir. Su kuşları üremek için bu kamışlıklara yuva yapar. Ova her dem binlerce kuşun melodik sesini dinler. Geceleri ay paşa çayırındaki bu gölcüklerde yansır. Bu yansımaya avcılar ayna der. Bu yüzden göle konan su kuşlarını, avlamak için en iyi bu aynalar hedef haline getirir, bundan dolayı yansımaların en uygun kıyılarına “Sermayeli yürümek olan” deneyimli avcılar, keseklerle, kamışlarla, ağaç dalları ile, mağzalar yapar; daha sonrada sökün denilen ördek ve kaz sürülerinin uçuş güzargahlarındaki bu gölcüklerde birkaç gün yemlenip dinlenme molalarını bekler. Onbeş yirmi gün devam eden bu sökün dönemi, mazgallarıda sabırla bekleyen avcıların en fazla avlanma günleri olurken bir zamanda paşa çayırının kendine has doğa kokusunu, barut kokuları kaplar. Yine bu ovalarda Tazılarına, tavşan, tilki yakalatmak için avcılar dolaşır. Zaman zaman bir tavşanı yakalamak için peşinden ölesiye kovalıyan tazısını cesaretlendirip yüreklendirmek için. Çobanların, avcıların, tazı sahiplerinin bağırtıları naraları paşaçayırının sonsuz ufuklarına dalga dalga yayılır. Yaz aylarında, atlarıyla arabalarıyla göçerler gelir paşa çayırına. Yer yer diz boyuna yaklaşan yaylaklarına ak çadırlarını kurar göçerler. Ovanın görüntüsü daha bir güzelleşir. Bir zamanda bu ovalar göçerlerin kendilerine has bir ahenkle çalıp söyledikler türkü keman ve ritim sazlarının sesleriyle yankılanır. Zamanı gelince çayırağzındaki bostanlarda emek karşılığının hasatı başlar. Salatalıklar, domatesler, biberler, fasulyalar, kalbul kalbul telis telis toplanır. Ne hikmetse çayırağzılı kömürlüoğullarının muhtar Fikret emminin kaleboynulu, zulumların Hacı ağabeynin, çekişli Hasan emmi ile şeyh Çobanlı Etem emminin “Mustafa Balel’in dedesi” yetişdirdikleri salatalıkların, domateslerin tadına, lezzetine doyum olmazdı. Pancarlar, maydanozlar, soğanlar, biçilir demet edilir. At arabalarıyla, kağnılarla garipler pazarına götürülerek paraya dönüştürülür. Sivaslı aileler, analar hasat mevsiminde bostanlara doluşur. Turşuluk salatalıklarını pancarlarını, biberlerini domateslerini heveslenirlerse ucubucağı görünmeyen bostanlardan kendi elleriyle toplar. Topladıklarının pahası sorulmaz, hele hiç tartılmaz gözerler: telisler dolusu salatalıklar, kucak kucak pancarlar, bohcalar dolusu kurutmalık maydanozların, terelerin fiatlarının çarşıda kaça satıldığını iyi kötü bilen alıcılar aldıklarının ücretini fazlası ile öderken Allah bereket versin, güle gül yiyin lafı o zamanki insanların biribirine olan güvenlerinin kanatlarının yüceliniği oluşturan duygular olur. İleriki aylarda sararıp olgunlaşan ekinlerin tırpanla orakla biçilmesi başlar. Tarlalar ekin yığınları ile dolar. Ova sabahtan akşamın geç saatlerine kadar ölesiye çalışan insanlarla kaynaşır. Günün her saatinde kağnılar gıcırdıyarak harman çayırına, paşa çayırına sap taşır. Sivas’ın yalnızlığını, Mazı’nın kağnı yastığına sürtünmesinden çıkan dertli inleyişin sesi doldurur. Harman yerlerine çadırlar kurulur. Hasat kaldırılıncaya kadar reçberlerin çoğu bu çadırlarda kalır. Günlerce dövenler döner buğdayı başaktan ayırmak için ikindi saatlerinden sonra Merekümden esen ılık bir rüzgarla, buğdayı samandan ayırmak için harmanlar savrulur. Reçberler kanter içinde kalır. Gömlekleri sırtlarına yapışır. Buğdayını cec ederken, böcük, cücük, kurt, kuş harmanlardaki buğdayla karınlarını kursaklarını doldurur. Yaradan bunların rızıklarınıda birlikte vermiştir. Reçberlerin gönlü yüce gözü toktur. Emeğinden gökte uçanla yerle sürünen mahlukatında yararlanmasına vesile olduğu için, recber Allah’a şükredici hamdedici olur. Çayır ağzının paşa çayırının güz mevsiminde güzelliği daha bir başka olur. Binlerce ağacın taçlandırdığı uçsuz bucaksız bu ovaları bir gecede hazan yaprakları gazeller kaplar. Ova adlandıramadığımız renklerle donanır, coşkulu yeşilliğin yerini sarının hüzün dolu rengi devralır. Havadaki kuşların, yerdeki böceklerin, ötüşlerindeki ahenk değişir. Sesler bir yürek inleyişine, bir ayrılık feryadına dönüşür. İsmini hatırlayamadığımız, içli bir ozanın dediği gibi; Döndüm harmanlardan artan başağa, Senal sarı sarı sen savur beni, Döndüm daldan düşen kuru yaprağa, Seher yeli yerden yere vur beni, Çayırağzında güz mevsiminin yaşantısı; bir yaralı yürek çığlığına duygsal yaratılanların sebebini bilmedikleri bir gönül feryadına dönüşür, ve bunu yaşamayan bilemez… Buralarda rüzgar ağaçların arasından ıslık çalarak geçerken, bostancılar toprak ananın bağrında büyüttüğü son mahsüllerini çıkarır. Bostanların ortalarında yer yer, patates, turp, şalgam, soğan, havuç, şeker pancarından tepeler oluşur. Gece gündüz kağnı çetenleri ile pazarlara meydanlara evlere mahsul taşınır. Sivas haftalarca gıcırdayan kağnı seslerini dinler. Günlerce İstasıyon rampasına çetenler dolusu şeker pancarı çekilir. Toprak yollar bir toz deryasına dönüşür. Bostancılar taşımakla, satmakla, fakıra fukaraya telis telis konuya komşuya kalbur kalbur dağıtmakla çayırağzında ürettikleri mahsulü yinede tüketemezler. Bostanlara kuyular eşilir. Mahsulün geriye kalanları ilkbaharda çıkarılıp satılmak için ayrı ayrı kuyulara doldurulduktan sonra üzeri toprakla örtülürken, sadık yarin kara bağrına emanet edilir… Lahanaları taşımakla satmakla evlere stok etmekle tükedemedikleri için çok zaman tarlada üzerlerine kar yağar. Sivas’ın ulu zatları bu bölge topraklarının Halil İbrahim bereketiyle mükafatlandırıldığını anlatır. Çook yıllar önce, bu ovalarda gezmek, buraların havasını teneffüs etmek insanın yorgun bedenini dinlendirir. Hayat sıkıntılarının vermiş olduğu üzüntülerden bir anlığınada olsa arındırırdı. Bilhassa günbatarken sararmış ağaçların rüzgarla inleyen sesini dinlemek dalından kopan bir sarı yaprağın toprağın sadık bağrına kavuşmasını yer yer yanan çoban ateşindeki dumanların gamlı gamlı gökyüzüne doğru miracını izlemek o yıllardaki tutkularımızın başında gelirdi. Buralarda öylesine değişik günbatımı demleri olurduki; Tanrıyla baş başa kalmak için yalnızlaşan bir mabed havası sezilirdi, çayırağzının sessizleşen ikliminde. Bir zamanlar; Harman çayırı, çayırağzı, paşaçayırı demek Sivas’ın canı, ciğeri, havasını tepdil etmek için Allah’ın Sivas’a bir lütfu bir nimeti demekti. Maalesef o nimetten bugün eser kalmadı… 1. Rahmetli, zulumların Mehmet Menteşili’den dinlemiştim.


via Sivas Herfene https://bit.ly/3a16RHD

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hayriye Karayurt Bir eğitim neferi . Kendisi 40 yıl Sivasımız da ilkokul öğretmenliği yapmış nice çocuklar yetiştirmiştir. Cumhuriyet ilkokulunda çalıştığı zamanlar 1971 yılında yılın öğretmeni seçilmiş başarılı bir eğitimci . Şu an kendisi halen memleketi olan Sivas’ta yaşamını sürdürüyor. Değerli hocamıza sağlıklı ömürler dileriz.

via Sivas Herfene https://bit.ly/45TwjGs
via Sivas Herfene http://bit.ly/2t7LRF9

Pamukpınar öğretmen okulu Tarihçe Pamukpınar Köy Enstitüsü, Sivas-Tokat karayolu üzerinde Yıldızeli’nin 5 km kuzeyinde 1941 yılında kuruldu. Pamukpınar adının nereden geldiğinin iki ayrı söylencesi var: 1. hoş içimli kaynak suyundan geliyor. 2. yerleşke bölgesinde yüzeyden akan kireçli pınar suyu aktığı yerleri beyaza dönüştürdüğünden Pamukpınar adı kalıcılaşıyor. Kısacası Pamukpınar ismi bir sudan geliyor. Pamukpınar topraklarının istimlak işleri 1938 yılında yapıldı. 700 dönümlük arazi üzerinde 1941 yılında faaliyete geçti. Okulun yerleşme ve spor alanları hariç 400 dönüm ekilip, işlenebilir arazisi vardır. Akçadağ Köy Enstitüsü’nde okuyan Sivas, Tokat ve Erzincan’lı öğrenciler (efsane öğretmenimiz Ömer Yurdagül’ün rehberliğinde) getirilerek 2. ve 3. sınıflar oluşturuldu. Adı geçen illerin köylerinden, ilkokulu bitiren öğrenciler alınarak 1. sınıflar oluşturuldu. Başta okul müdürü Ethem Salmangil, bir müdür yardımcısı, üç öğretmen ve yüz seksen öğrenci ile eğitim-öğretime başlandı. Henüz derslik, yemekhane, yatakhane ve lojman binaları yokken; öğrenciler Yıldızeli’ndeki Cumhuriyet İlkokulu’nun zemin katında yatıyor, yemeklerini de orada yiyorlardı.. Havaların iyi olduğu günlerde Pamukpınar’a gidilerek temeller kazılıyor, tuğlalar hazırlanıyor, binaların yapımında öğrencilerin de beden gücünden yararlanılıyordu. 1942 yılından itibaren normal eğitim-öğretimin yanı sıra eğitmenler de yetiştirilmeye başlandı. Askerliğini yapmış, okuma yazma bilen erkekler alınarak, Nisan ayı ie Ekim ayı arasında kurslarda yetiştirilip, köylere Eğitmen olarak gönderiliyorlardı. Yetişkin bu insanlardan binaların yapım ve bakımlarında da yararlanıldı. Bu Eğitmenler’in kırsal bölgelerin eğitim ve kalkınmalarına büyük katkıları olmuştur. Eğitmen yetiştirilmesine 1948 yılına kadar devam edildi. Okulun kuruluşundan itibaren Döner Sermaye teşekkül ettirildi. Arazinin yarısı ekilip, biçilirken diğer yarısı nadasa bırakılıyordu. Örnek verirsek; 1964-1965 Ekim’i sonunda 8 ton arpa, 9 ton yulaf, 10 ton buğday, 2 ton saman, 3 ton ot, 1 ton yonca üretildi. Ayrıca büyükbaş hayvanlar ve kümes hayvanları da yetiştirilerek, bunların etinden, sütünden yararlanılıyordu. Yine küçük bir orman haline getirilen Pamukpınar arazisinde çam, söğüt, kavak, elma, erik, akasya, meşe vs. ağaçlar yetiştirilmiştir. Ayrıca yaz aylarında okulun büyük sınıf öğrencileri dönüşümlü olarak okula çağırılarak tarım işlerinde çalıştırıldı. Köy enstitüleri 1952 yılında zamanın yöneticileri tarafından kapatıldı. 1952 yılından itibaren 6 yıla çıkarılarak PAMUKPINAR YATILI ERKEK ÖĞRETMEN OKULU olarak eğitim öğretimini sürdürdü. 1976 yılından itibaren, ÖĞRETMEN LİSESİ’ne dönüştürüldü. 1988 yılına gelindiğinde; öğretmen lisesinin içinde bir de GÜREŞ OKULU açılarak; 1990 yılına kadar çift okullu Eğitim Öğretim sürdürüldü. 1990 yılından 1997 yılına kadar PAMUKPINAR ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ adiyla faaliyetine devam etti. 1997 yılından itibaren, YATILI İLKÖĞRETİM BÖLGE OKULU’na (YİBO) dönüştürüldü. 2014 yılından beri ise YATILI BÖLGE ORTAOKULU statüsünde Eğitim ve Öğretim’e hizmet veriyor. Pamukpınar 4000′e yakın öğretmen yetiştirerek yurdun her tarafına göndermiştir. Yurdumuzun her tarafında Pamukpınar’dan yetişmiş hemen her meslekten insana rastlamak mümkündür. PAMUKPINAR’DAN YETİŞENLER Cahit Külebi Şair Sabri Özer Şair ve Yazar Mahmut Özdermir Bakan Nihat Canpolat Vali Amir Çiçek Vali Halil İbrahim Akça Büyükelçi Mehmet Çağlar Genel Müdür Necati Yalçın Prof. Dr. Hüsnü Aydoğdu Müzisyen Dursun Çiçek Albay Dr. – Mv. Şeref Eroğlu Güreşçi (Dünya Şampiyonu) Hakkı Bulut Sanatçı Mehmet Güler Yazar Hasan Göztepe Yazar Ali Doğan Halk Ozanı Tevfik Karakaya Profesör Niyazi Ünsal Eski Erzincan Senatörü Emin Özdemir Yazar Mehmet Ceylan Profesör Dr. Kadim Ceylan Profesör Dr. Ahmet Erbil Fizik Prof. Dr. Amerika (NASA) Orhan Çakırer Prof. Dr. Ali Bozkurt TÖB-DER Genel başkanı Abbas Cılga Şair- Yazar Hazım Zeyrek Şair- Yazar Mehmet Adem Solak Şair- Yazar

via Sivas Herfene http://bit.ly/2s3MhyS