DEDELERİM, HOROZ ŞEKERİ VE BİR LİRA Büyükbabam öldüğünde olup biteni ayırt edemeyecek kadar küçüktüm. Beş yaşında başladığım ilkokulla bile tanışmamıştım daha.. O nedenle büyükbabama ilişkin anılarım bir hayal perdesinin ardından zorlukla seçilen puslu fotoğraflar gibidir. İlk aklıma gelen anı ölümüdür. Bezirci Karakolu’nun tam karşısındaki üç katlı ahşap evimizin ikinci katına uzanan merdivenlerinden fitilli kumaştan kalın paltoları, başlarında fötr şapkaları, ellerinde çantalarıyla koca gövdeli iki adamın çıktığını gören gözlerimin hiç unutulmamak üzere emanet ettiği yerden kolayca çıkarıyorum bu anıyı. Annem doktor olduklarını söylemişti. Onların gelişinden birkaç gün sonraydı sanırım. Evin taşlığında –iç avlu- küçük tuhaf bir tahta masaya yatırılmış, bahçede kurulan kazandan doldurulan kovalardan maşrapayla alınan sıcak sular üzerine dökülürken ve beyaz, “değirmi” gövdesinden buharlar yükselirken gördüm onu. Bu fotoğraf kalmış aklımda. O sırada taşlığa nasıl girdiğimi de bilemiyorum. O hengamede gözlerden kaçmışım anlaşılan. Çünkü beni hemen ikinci kattaki, çok sonraları kardeşimle birlikte Pansumancı Hüseyin Efendi tarafından sünnet edileceğimiz odaya almışlardı. Bu da ayrı bir hikayedir ya.. Sünnet için hayli olgun bir yaşa geldiğimden Hüseyin Efendi’nin kendisine asistanlık yapan ve benden ancak birkaç yaş büyük oğlu uzun süre “seni ben sünnet ettim diye” az canımı yakmamıştı. Ne diyebilirdim ki. Evimizin üçüncü katındaki cumbadan kardeşimle birlikte onun akşam camiden gelişini gözlediğimizi –Ziya Gökalp İlkokulu hizasına geldiğinde görüş menzilimize girerdi- ve elinde bize ait bir şey taşıyıp taşımadığına baktığımızı da hatırlıyorum. Tahta çubuktan incecik sapları olan horoz şekerleriyle donatılmış çörekleri getirdiği zaman muhtemelen Ramazandı. Bir de, kendisi de artık çoktandır onun dünyasına taşınmış olan babamdan küçük bir anı kalmış aklımda. “Kasaba ben giderim, sana etin iyisini vermezler” demiş bir gün babama. 35 yaşındaymış babam bu cümleye muhatap olduğunda. Onun dışında, mesela toptancı dükkanı varmış, o dükkanı dahi bilmem. Dedim ya çok küçüktüm. Sivas toprağından yorganıyla huzur için yatsın.. * * * Benim bir de “damımızda dalgın dalgın uyurken/inil inil bir ses geldi derinden, ya da “gel kardeşim al şu taşı ben altından kalkayım/anam babam nicoldular bakayım/ dedim amma hiç ses veren olmadı/dertli gonül aradığını bulmadı” gibi dizeleri bir tiyatrocu edasıyla okuyan anneannemin kocası dedem vardı ve ben onu çok daha iyi tanırdım. O gerçekten de anneannemin kocası olarak vardı desem yeridir. Anneannemle dedem Sivas’ta Kale mahallesinde, o zamanlar bu semte özgü “lüks” evlerden birinde yaşıyorlardı. Bizim kalemiz nedense birçok Avrupa kentindeki gibi etrafıyla birlikte bir tarihin korunan ve hala kullanılan çok değerli bir aynası olamamıştı. Bildim bileli emekliydi dedem. İlk görev yeri Zara sonra Sivas olmak üzere devlet hizmetinde çalışmıştı. Annemle birlikte bazı hafta sonları dedemlere gitmeseydim, ilkokula başladığım ilk birkaç yıl bütün Sivas’ı Niksar Caddesi ve üzerindeki karakol ile Ziya Gökalp ve Fevzi Pasa ilkokulunun olduğu bölge zannederdim kuşkusuz.. Evlerine yakın bir de küçük pastane vardı ve dükkana birkaç basamakla inildiğinden, yarısı sanki yere batmış gibi gelirdi bana. Ama çok güzel kaymaklı pastaları olurdu. Rengarenk kremalarla.. Kale mahallesindeki bu küçük ahşap evin mutlak hakimi dedem gibi görünse de bütün yönetim ve denetim anneannemin elindeydi. Sıra dışı bir kadındı. Damat adayını anneanneme bahçe duvarının üzerinden gizlice gösterdiklerinde “ben bu adama varmam” demiş ancak kendisinden altı yaş küçük dedemle yemek ve muhallebi kazanlarını tekmeleyerek devirdiği bir düğünle hiç istemeden de olsa evlenmişti. Kaymakam ağabeyi “söz verdim” evleneceksin demişti çünkü. Anneannem ondan kocası değil de herhangi bir canlıymış gibi bahsederdi. “Yemeğini verdim”, “şerbetini yaptım”, “sigarasını aldım”, “üstünü örttüm” gibi dedemin gereksinimleriyle ilgili cümleler dolaşırdı ağzında. Bir gün olsun “deden de şöyle düşünüyor” dediğini duymamıştım. Oysa dedem gösterişli bir adamdı. Bir kere uzun, çok uzun boyluydu. Hele bir de ilkokul çağındaysanız düşünün o boyu artık. Yeşil gözleri vardı. Ancak son zamanlarında Parkinson hastalığına yakalanmıştı. Elleri titrerdi. Eskiden “kumar” oynadığı – tavla- söylenirdi. Bir de çok namuslu olduğu. Anneannemin anlattığına göre bir gün bakkalın biri ‘polis’ dedeme verdiği bir bakraç yoğurdun parasını almak istememiş, dedem de “vurunca bütün yumurtalarını kırmıştı” adamın. İçki hiç içmemişti. Sigara ise en iyi arkadaşıydı. Yemek yemeyi ve tatlıyı çok severdi. Bir dede olarak bana yegane nasihati ise gerekçesiyle birlikte aynen şöyleydi: “Tatlı ye aga tatlı. İyidir.” Bunu söylerken ellerinin de görünmez marakaslar çalarmış gibi titrediğini gözünüzde canlandırmanızı isterim. Niksar caddesi üzerindeki evimize geldiğinde-nedense hep yaz günleri olarak aklımda- kapısı arka mahalleye açılan bahçede oturur, annemin ona hizmet etmesini beklerdi. Gözkapakları sürekli bir şekilde ağır ağır açılır kapanır ve her açıldığında gözlerinin aynı noktaya baktığını şaşırarak görürdünüz. Sakın yanlış anlaşılmasın, ben dedemi çok severdim. Anneannemin toptan aldığı Birinci sigaralarını koyduğu sedirin altındaki hasır yayvan sepetin içinde dedemin eskilerden, polislik yaptığı zamanlardan kalma gümüş gibi parlayan ay-yıldız armaları vardı; şu şapkaların önüne takılan metal ay-yıldızlardan. Onlarla oynamama ses çıkarmazdı. Ve bize her gelişinde de yelek cebinden çıkardığı bir lirayı titreyen eliyle bana uzatırdı. Her zaman ama. İstisnasız. O nedenle de dedem bize geldiğinde mutlaka bir liram olacağını bilirdim. Diğer torunlarına da verip vermediğini bilmiyorum. Ancak çocuk kafamla o zaman bu işi fazla kurcalamamamın benim için iyi olacağını düşünmüştüm. İlk torun olduğuma göre muhtemelen bu bana tanınan bir ayrıcalıktı. Dedem yemeği zamanında verilmediğinde çok sinirlenirdi. Ve iflah olmaz bir “sade yağ” tutkunu ve makine yağı –margarin- düşmanıydı. Zaten Sivas’ta o zaman bu tür yağları yiyenler çok belli edilmese de, biraz küçümsenirdi. Dedem eski toprakların sağlıklı oluşunu makine yağı yememelerine bağlardı. Bir gün annemi anneanneme fısıltıyla Sana yağıyla pilav yaptığını ve dedemin fark etmediği, üstelik de “çok güzel olmuş kızım eline sağlık” dediğini anlatırken gördüğümde dedem adına çok üzülmüştüm. Fark etmemiş olsa da asla ağzına koymak istemediği bir yağı ona yedirmişlerdi. Hem de bunu yapan öz kızıydı. Marifetmiş gibi de annesine yetiştiriyordu. Dedemin ellerine nazire yaparcasına anneannemin de kafası titrerdi. Kaderin cilvesi karı-kocanın fazla kullandıkları yerlerinde tezahür etmişti sanki. Rüştüye mezunu anneannem dedeme yutturulan margarinin hikayesini dinlerken başını titreterek kıs kıs gülmüştü. Belki de kendisinin yıllarca yapmak için can attığı, ancak denemeye cesaret edemediği bir işi kızı yapmış olduğu için böylesine çocukça bir muzipliğe kapılmıştı. Yirmili yaşlarda sokakta aşık oynarken aile büyüklerinin “artık şunu evlendirelim” kararıyla önce devlette bir işe sokulan sonra da anneannemle evlendirilen Cumhuriyetin ilk polislerinden olan dedemin dört çocuğu olmuştu. Üç dayım ve annem. Bir de küçükken ölüp gitmiş bir Avni konusu olurdu ara sıra. Önde gelen bir aileye mensup olduğundan işe girmesi de anneannem gibi hem çok güzel hem de akıllı bir eş bulması da zor olmamıştı. Zaten bütün bunları ona başkaları hazırlamıştı. Evlendikten sonra da “işi” anneannem üstlenmişti. Dedem çocuklarının tahsili konusunda da fazla müdahaleci olmamıştı. Aslında hiç müdahale etmemişti de denilebilirdi. O nedenle de dayılarım meslek edinme konusunda “serbest” kalmışlardı. Dedem emekli olduktan sonra bir süre daha Sivas’ta -memuriyetini burada tamamlamıştı- kalıp, anneannemle birlikte büyük dayımın da yaşadığı bağlık bahçelik Anadolu şehrine, Kırşehir’e göçmüştü.. Yani ay-yıldızlı, bir liralı ve dedeli günlerim de artık sona ermişti. Evlerinde telefon yoktu. Bu nedenle ben de anneanneme yazdığım, “anneanne seni dün rüyamda gördüm” ile başlayan ve “orada havalar nasıl”la devam eden mektuplarımda dedeme selam gönderirdim. Yıllar sonra dedemi bu kez Ankara’da yaşayan -şimdi yine Sivas’tadır- küçük dayımın evinde gördüm. Ben üniversite öğrencisi bir delikanlı olmuştum. O ise sayılı günleri kalmış bir hastaydı. “Derslerimi sordu, “iyi” dedim. Üst üste aferin, aferin, aferin aga” dedi. Dedemle ayrıldıktan kısa bir süre sonra öldüğü haberi geldi. Eski toprak dedem ancak 64 yıl direnebilmişti. Ankara’ya ulaştığımızda defnetmişlerdi ve anneannem durumu tam olarak şu kelimelerle özetlemişti: “Çenesini de bağladık yolcu ettik aga dedeni”. Sanki yüzünde margarinli pilav olayındaki gibi muzip bir ifade vardı. Aradan otuz sene geçti. Ve Türkiye’de olduğumda onu Karşıyaka’daki mezarında mutlaka ziyaret ediyorum. Aslında dedemin son ikametgah yeri olarak gönlünden Sivas’ı geçirdiğini duymuştum. Evim Ankara’da olduğuna göre bu isteğinin gerçekleşmemiş olmasından rahatsızlık duymadığımı itiraf etmeliyim. Mezar ziyaretlerini genellikle beraber yaptığımız çocukluk arkadaşım ve hala Ankara’da yaşayan Ahmet ona dua okurken ben de mezarının önündeki suluk çukuruna zamanın madeni parası neyse ondan koyuyorum. Benim yelek cebim yok ama, ne yapalım, para paradır. Geçen gün annem gitmiş mezarına. Beni aradı “oğlum son koyduğun para hâlâ orada deden harcamamış “dedi. Müfit Günay. Hayat Ağacı Dergisi'nde ve Kebikec'te yayınlandı. Not : Müfit Günay ağabey Kanada da yaşıyor, çevirmen. Onlarca kitabı dilimize çevirmiş bir Sivaslı .
via Sivas Herfene https://bit.ly/3qhANad
Yorumlar
Yorum Gönder